Dünyevi algıların fabrika ayarları ile oynandığı, hayata ilişkin ezberlerin geriye dönülemez biçimde bozulduğu dönemden geçiyoruz. Zamanın ruhu 1999 yapımı Matrix ile açıklanabilir. Yaşanan küresel değişimin kültür hayatına zarar vermesi kaçınılmaz olmasına rağmen umudu korumaya yetecek düzeyde birbiri ardına güzel filmler ortaya çıkıyor. Devasa bütçeli teknolojik gösterilerin bilgisayar oyunu tadındaki yapımları dışında, sinemada iki ana akım belirleyici durumda. Bir yanda hikâye anlatma tekniğini bir bulmaca veya legonun yap-boz parçaları haline getirerek serbest dramaturjiye yaslanan, karakter çalışmasını oyuncaklı bir seyirlik gibi sunan filmler var. Diğer grupta ise öyküsünü sağlam ve ikna edici karakterlerle besleyen, belli bir dönemi anlatırken bile zamansız olma başarısını yakalayan filmler var ki kişisel tercihim de bu tarzdan yana.
Klasik hikâye kurgusu ile seyircisine ilk sekanstan sonuna kadar duygusal ve zihinsel yolculuklar yaptıran filmler, zamanın ruhuyla birlikte "sinema hayattır" tezini her zamankinden daha güçlü biçimde hissettiriyor. Bu anlamda 2021-2022 döneminde her biri diğerinden muhteşem 5 film sıralayacağım; hepsinin Oscar listesinde yer alması benim için sürpriz olmaz.Licorice
Pizza: Birbirlerine doğru koşan ve bunu bildikleri halde yan yollara saparak mesafeyi uzatıp bir türlü tam manasıyla sevgili olamayan, görünürde "yaş farkı" mağduru iki
gencin aşkı sıradan bir "kavuşamama" hikâyesinin çok ötesinde
görkemli bir beyazperde büyüsüne sahip. Herkesin "iyi" olduğu,
kirlenmemiş bir dünya içindeki iki ana karakter, Cooper Hoffman (Philip
Seymour'un oğlu) ve Alana Haim hafızalara kazınacak kalitede oyunculuk sergiliyor.
1970'lere ilişkin kurgusal detayları naif tavırla dantel gibi işleyen Paul Thomas Anderson filmin genel ruhunu henüz masumiyetini yitirmemiş
dünyanın el kitabına dönüştürüyor. Renk, ışık, dekor
başta olmak üzere kusursuz bir 1970'ler panoraması izliyoruz. Licorice Pizza klasik sinemada bu yılın en
iyisi.
The Power of the Dog: Bastırılmış duygular, sosyal baskının ağırlığı altında ezilerek kimsenin kendi gibi olamadığı, "sürünün parçasına" dönüştüğü hayatların hikâyesi unutulmaz bir film ve çok etkileyici bir edebiyat uyarlamasına dönüşmüş. Thomas Savage'ın aynı adlı romanından uyarlanan The Power of the Dog, 1925 yılında Montana'da geniş bir çiftliğe sahip olan iki kardeşin hayatına odaklanıyor. Bastırılmış cinselliğinin öfkesini yakın çevresinden çıkartan ağabey, kardeşinin karısı ve onun önceki evliliğinden olan oğlu ile saplantılı biçimde uğraşıyor. Jane Campion kendisini sevmeyi bilmeyen kimseyi sevemez deyişinin yansıması olan ağabey karakteri üzerinden cinsiyete göre herkese giydirilen "tek tip elbiseyi" dört dörtlük bir sinema diliyle eleştiriyor ve "toksik erkeklik" normlarının insanı nasıl başka bir şeye dönüştürdüğü meselesine odaklanıyor. Duygularına geçit vermeye başladığı an dinginleşen Phil ile kendisinden çok genç olan Peter'ın akıl-duygu ikileminde mantığı seçerek yoluna devam etmesi filme muazzam bir kreşendo yaptırıyor.
The
Hand of God (Tanrının Eli): Klasik olmaya aday bir dönem
filmi. İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino 1980'lerde Napoli'de geçen, Fabietto
adında futbol tutkunu bir çocuğun hayatını Amarcord (Fellini) tadında
anlatıyor. Futbol sevgisinin peşinden giderken aile trajedisiyle hayatı alt üst
olan Fabietto'nun sinema yönetmeni olma idealini gerçekleştirme çabası ve
dönemin ruhuna ait incelikler; "Tanrının Eli" defalarca seyredilmeyi
hak eden, çok özel bir film.
Comments