ŞİDDET İKLİMİNDE "MIŞ" GİBİ YAPMAK

ŞİDDET İKLİMİNDE BİRŞEY YOKMUŞ GİBİ YAŞAMAK
Genellikle uzayıp giden ve sonuçlanmayan her tartışmada konunun özünü kaybetme riski vardır. Ancak Gezi Parkı eylemleri tam anlamıyla bunun bir istisnası oldu. Toplumsal muhalefet olgusunu kıyısından köşesinden irdelemek şöyle dursun; uluslararası komplo, faiz lobisi, cep telefonu programı ve Yahudi Diasporası gibi suçlamalar arasında her yeni güne, yeni bir iddia ile uyanmaktan, esas konuya gelemedik bile.

Oysa insanların toplu halde yaptığı protestolara, barışçı olduğuna dahi bakılmaksızın, her defasında kimyasal katkılı su ve biber gazı ile cevap verilmesiyle birlikte ülke geneline hakim olan bir “şiddet iklimi” yaratıldığının bilmem farkında mıyız?

Konya’da yaşayan F.Y. isimli genç, 5 Temmuz sabahı kardeşiyle birlikte yürürken, beş kişilik bir grup önlerini kesti. Gruptakiler “Artist misin sen, neden güneş gözlüğü kullanıyorsun?” diyerek sözle sataştı. Yoluna devam etmeye çalışan iki kardeş, sopayla dövüldü. Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan F.Y. başına 20 dikiş atılması için saçını kesmek isteyen doktorlara izin vermedi.

Anadolu Ajansı’nın bu haberinde bir başka ilginç detay vardı: Amerika’da doktora yapmaya hazırlanan F.Y. vize resminde sıkıntı olur endişesiyle başına atılacak dikişleri, saçının üzerinden attırmıştı.

Atılan dikişler yarayı kapatır, ancak 23 yaşındaki bir gencin umutlarının böylesine bir şiddet tarzı ile karartılmasının yarattığı ruhsal travma izleri kapanır mı? Gözlük taktın, küpe taktın, açık giyindin, hamile karnınla yolda dolaştın, uygunsuz hareket yaptın (genellikle öpüşenlere yönelik tavırdır) gibi ipe-sapa gelmez gerekçelerle fiziksel/sözel şiddete başvurmak ve başı şıkışınca bunu mazur göstermek tek bir şekilde izah edilebilir: Benim gibi olmayan, farklılık gösteren herkes yokolsun zihniyeti, 21. yüzyıl Türkiye’sinin acı bir gerçeği olmaya devam etmektedir.

Şiddetin iklimi bir kez egemen olmayagörsün, bazen Konya’da yolda yürüyen bir gencin güneş gözlüğünü sopalar, bazen metroda sevgilisine sarılan gence takar kafayı, bazen de muhalif tavrını ifade etmek isteyen protestocuya palayla saldırır.

Bireysel zihin dünyalarının, ülkedeki genel dilden etkilenmediğini veya öykünmediğini iddia etmek herhalde saflık olur. Gösteri yapmak için izin almak diye bir şart olmadığı halde, yetkililerin “ancak benim izin verdiğim yerde toplanırsın, yoksa sopayı ve gazı yersin” yaklaşımının toplumsal düzlemde gerginliği, bireysel düzlemde ise şiddet eksenli ayrıştırıcı bir iklime yolaçtığını görmek için sosyolog olmak gerekmez.

Sedat Ergin adeta bir hukukçu titizliğiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarını inceleyerek, Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde Gezi olaylarını ele alan beş makale yazdı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili aldığı kararlar sonucu, artık gösteri için izin alma diye bir koşulun bulunmadığını belirten Ergin, AİHM’nin “barışçı gösteriye ceza verilemeyeceği” kararı aldığını hatırlatıyor ve ekliyordu: “Ufukta ciddi ihlal kararları var.” (Hürriyet, 2-6 Temmuz)

Zaten meselenin “can damarı” burada yatıyor: Batılılardan gelen eleştiriler karşısında "sen kendi işine bak" cevabı tercih ediliyor olsa da, meselenin özünü kaçırmamakta fayda var. Dışarıdan bakanlar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine bağlılığın yalnızca kağıt üzerinde kalıp kalmadığını sorguluyor; bir başka deyişle resmi söylem ile uygulamanın tıpatıp aynı olduğu konusunda ikna olmak istiyor.

Comments