KARAKTERLERİNE SAHİP
ÇIKAMAYAN FİLMLER; ARAF, PUS ve Diğerleri
Birer bilgisayar oyununa dönüşen teknoloji harikası içi boş filmler ilgi
görmeye devam ederken, nitelikli ama seyircisiz filmlerin sayısında artış var.
Bunu yalnızca sinemadan anlayanların azlığı ile açıklamaya kalkarsak bir başka
önemli meselenin özünü kaçırabiliriz.
İster büyük bütçeli isterse bağımsız olsun, artık bütün filmler
standartların üzerinde teknik ve görüntü kalitesine sahip. Buna rağmen seyirci
neden her iki anlamda kaliteli olan bu filmlere yüz vermiyor? Sorunun yanıtını
ararken son dönemde sinemamızın hikaye anlatma konusundaki başarısını (ya da
kısırdöngüsünü) gözden geçirmekte yarar var.
Giderek güçlenen minimalist anlayış neredeyse bütün sinemacılar üzerinde
hakimiyet kurmuş durumda. Filmlerde kurgulanan karakterlerin sosyal kökeni ve
meselenin özüne bakılmaksızın, hikayeye genel bir anlam yükleniyor ve
seyirciden bu mesajı alması bekleniyor. Oysa yönetmenin filme yüklediğini
varsaydığı ile beyazperdeye yansıyan aynı şeyler değil.
Yarattığı karakterlere
sahip çıkamayan, onları birer şablona dönüştüren örnekler çok, en güncel
olanlardan söylemek gerekirse, “Araf” ve “Pus” gibi. Bu açıdan bir özeleştiri
yapmadan, seyirciden filmi anlamak çabası beklemek haksızlık olur. Sahici karakterlerle kurgulanan bir hikaye samimiyetle
anlatıldığında seyirci algısının da buna paralel olarak değişeceğine inanıyorum. Oysa son dönem Türk
sinemasında anlatılan her meselede bütün karakterler aynı tornadan çıkmış gibi
sunuluyor. Ortak özellik ise uzun planlarla betimlenen suskun tiplemeler.
“Festival filmi” başlığı altında değerlendirilecek apayrı bir sinema
kategorisi var mı? Geçenlerde Hakan
Karahan’la yapılmış bir söyleşide bu soru zihnimde yankılanıp durdu. Bugüne dek
hep festival filmlerinde oynadığını, oysa şimdi “Karaoğlan” filmi ile bu
çerçevenin dışına çıktığını anlatan Karahan, ne denli mutlu olduğunu ekliyordu.
Üzerinde düşünmeye değer bir konu: Potansiyel seyirci yerine, yalnızca
festival jürisi hedefleyerek film yapmak. İzleyici algısı açısından konuya
bakarsak, gişede hüsran, yarışmalarda başarı getirenler bu kategoriye giriyor.
Sinemayı kolay bir eğlencelik olarak görmeyen, sanatı ve estetik bakışıyla
katkıda bulunan yönetmenlerin geniş kitlelerle seslenmesini engelleyen faktörün
sadece seyirci olduğu noktasında şartlanmışız.
Herşeyi ortalama seyircinin sanatsal bir yapıta gereken değeri vermediği
algısı ile açıklamaya çalışıyoruz. Gözardı edilen önemli bir olgu daha var:
Sinemada kendi dilini yaratmış olan usta yönetmenler, kimi zaman benmerkezci
bir özgüvenle hareket ederken içine düştükleri yanılgı ve eksikleri
göremiyor. Daha kötüsü yakın çevresinden söylemeye cesaret eden de pek çıkmıyor.
Yeşim Ustaoğlu’nun ödüllerle anılan “Araf” filmi bunun bir örneği. Yaşadıkları
çağdaş esaretten bunalmış, sessiz çığlıklarla çıkış yolu arayan Zehra ve
Olgun’un hikayesi iyi bir sinema dilini hakedecek materyale sahip aslında. Olgun televizyon yarışmasında “köşeyi dönmek”
arzusunda; Zehra ise her ne kadar Olgun’un kendisine yönelik ilgisine kayıtsız
değilmiş gibi davransa da, esas amacı boğucu kasaba ortamından ne pahasına
olursa olsun kurtulmak/kurtarılmak.
Zehra bir düğün gecesi karşısına çıkıveren Mahur’u hayatındaki kısırdöngüyü sona erdirecek bir yolarkadaşı olarak görüyor.
Şehirlerarası kamyon şoförü Mahur’la uzaklara kaçma hayalinde, ötesini
düşünmeden. Hayallerin paramparça olması
ise ne yazıkki uzun sürmüyor; kamyoncu Mahur eski hayatına dönerken, zaten
geniş bir kafes içinde çırpınmaya dönüşen Zehra’nın hayatı karnındaki çocukla
iyice çekilmez hale geliyor.
Sonunda bütün bunların bedeli toplum tarafından Zehra’ya ödetilir; çocuğunu
düşürmek zorunda kalır ve zoraki bir evlilikle beraber tüm hayaller noktalanır.
Filmin teması ana hatlarıyla böyle. Ustaoğlu dört ana karakter üzerinden
gelişen yoğun bir öykü planlamış.
Hikayedeki karakterlerin sağlam bir biçimde işlendiği senaryo aracılığı
ile beyazperdeye aktarılması noktasında ise ciddi problemler var. Mantık
sıçramaları, karakterlerin senaryodan kaynaklanan eksiklikleri, filmin dokusunu
ciddi biçimde zedeliyor. Öyle hatalar var ki, yönetmen filmdeki karakterleri ya
hiç tanımadan birer şablon halinde kurgulamış; ya da yarattığı tiplemelere
sahip çıkmayı es geçmiş endişesine kapılmamak imkansız.
Türk sineması uzun zamandır hikayelerini “dilsiz” karakterlerle ilerletiyor
ve her nedense bu yöntemin ödüllere giden yolu kolaylaştırdığı algısı
yaygın. Suskunluk bir genel-geçer teknik
olarak hemen her sinemacıyı cezbediyor. Oysa diyalogların az veya çok olması,
öykünün ruhuyla ve o hikayeyi yaşatan karakterlerin sosyal-kültürel
altyapısıyla şekillenecek bir şeydir.
Mutlak suskunluk ya da mutlak gevezelik diye bir kalıp olamaz. “Uzak” filminin Mahmut karakteri tek kelime
etmese bile olurdu, ama “Yeraltı”nda Engin Günaydın keşke daha fazla
konuşsaydı.
Tayfun Pirselimoğlu’nun “Hiçbiryerde” filminde, evladını kaybetmiş annede
Zuhal Olcay’ın susması gayet makbuldur; zira içinde bulunduğu ruh halinde bir
yüz ifadesi bin haykırışa eşdeğerdir.
Oysa “Saç” ve “Pus” filmindeki karakterlerin inatla ve ısrarla
konuşmadan birbiriyle anlaşmaya çalışması, anlatılan öykünün ruhuna tamamen
aykırıdır; karakterlerin dilsizlikte inat etmesi her iki filmi de zorlamaya
dönüştürür, samimiyetsiz kılar.
“Araf” da samimiyet sınavından geçemeyenlerden. Senaryodaki yetersizlik
yüzünden Yeşim Ustaoğlu’nun kamyoncu Mahur tiplemesindeki ayrıntılar nasırlı
ayaklar ve plastik terlikten ötesine geçemiyor. Filmin gelişimi açısından en
hayati, en can alıcı sahneler suskunlukla geçiştirilip, mantık hatalarıyla
savsaklanıyor. Zehra ile Mahur’un düğünde tanışması, hikaye temel alındığında
filmin en yoğun sahnelerinden biri olmak zorundayken, perdeden yansıyan
duygu bunun tam tersi. Yönetmen sadece her ikisinin birbirine aşık olduğuna
inanmamızı istiyor; sinemasal bir çaba göstermeden.
Yeşim Ustaoğlu’nun senaryosu tipik bir Anadolu erkeği karakteri yaratıp,
daha sonra aynı Olgun’u sevgilisinin yanıbaşında bir yabancı ile samimi şekilde dans etmesine kayıtsız bırakabiliyor. Zehra’nın “seni seviyorum” veya “beni de yanında götür”
gibi yakarışlarında Mahur (Özcan Deniz) her ne hikmetse sağır ve dilsiz
formülüyle oynatılıyor.
“Araf” üzerine yapılan yorumların çoğu da bir başka samimiyetsizlik örneği.
“Özcan Deniz film boyunca hiç konuşmuyor; iyi ki öyle oluyor” diye yazanlar
bile oldu! Oyuncunun canlandırdığı karakterin ruhunu yakalaması hiç önemli
değil anlaşılan; yeter ki Özcan Deniz birkaç laf edip “ekran karizmasını”
tehlikeye düşürmesin.
Bir yanda minimalist akımla gelen ödüllerin esrikliğini taşıyan, ustalık
mertebesine yükseldiğini düşünen ve hata yapmaktan arındığına inanan sinemacılar
var; diğer yanda ise yapılan her şeyi kayıtsız şartsız alkışlamaya hazır
şakşakçılar. Öyle anlaşılıyor ki, bu tablo değişmediği sürece, “görüntü
kalitesi yüksek” ancak “karakter derinliğinden yoksun” filmlerden daha çok
izleyeceğiz.
Comments