OSCAR 2012 HAZIRLIK NOTLARI (BİRİNCİ BÖLÜM: EN KÖTÜLER)



Yeni yılla birlikte, 84. Oscar mevsimi resmen açılıp, muhtemel adayların isimleri ortalıkta dolaşmaya başlayacağından, potansiyel adaylar içinde adı geçenler arasından bir ön liste oluşturdum.  Her kategori 3 filmle sınırlı tutuldu (şimdilik) ve 84. Oscar’ın muhtemel adayları arasından en kötüden en iyiye doğru sıralama yapıldı. İlk yazı en kötülere dair:
EN KÖTÜLER VE BÜYÜK HAYALKIRIKLIĞI YAŞATANLAR:


MELANKOLİ/MELANCHOLIA: “Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” diyen Özdemir Asaf’ı anımsayarak “bütün filmler hızla fabrikasyona dönüyordu, birinciliği Melancholia’ya verdim” demekten kendimi alamıyorum. “Anlaşılmaz olsun ki değerli bulunsun” mantığına yaslanan, yönetmenin hezeyanları ile bezenmiş, usta isimleri bile kullandığı kamera oyunları ile tıpkı seyirciler gibi şaşkına çeviren bir anlamsızlık abidesi var karşımızda. İki kızkardeşin sorunlu ilişkileri ve dünyaya çarpmak üzere olan yeni gezegenin yarattığı travma gibi “büyük” laflardan bu kadar saçmasapan bir senaryo ve film çıkabiliyorsa, Lars von Trier’in bundan sonra hiçbir filmini merak etmeyeceğim demektir. Cannes başta olmak üzere festivallerde bazı eleştirmenlerden övgü toplaması ise bir başka yazı konusu olabilir. Herşeye derin anlamlar yüklemeye çalışmanın her zaman en doğru yöntem olduğunu düşünmüyorum. Bazen derin manayı falan bırakın sunulan şey düpedüz anlamsız ve kötü olabilir, tıpkı “Melancholia” gibi.




HAYAT AĞACI/TREE OF LIFE: En az yarım saat Discovery Channel misali dünyanın oluşumu, insanlığın evrimi konularıyla bağlantılı görseller içeren; oyuncularının ise birkaç satırı geçmeyen diyaloglarla ara sıra görünüp kaybolduğu bir film hayal edin. Olay akışı, karakter gelişimi ve sekans bütünlüğü gibi en temel öğeler es geçilsin. "Tree of Life" eğer Terrence Malick gibi çağdaş sinema ustalarından birisinin imzasını taşımasaydı, değil Cannes film festivalinde alkışlanmak, gösterilecek sinema salonu bulamazdı. Şu anda sinema gişesinde de büyük bir fiyasko yaşayan Hayat Ağacı, hatayı kendisinde aramalı. Kamera arkasındaki isim Terrence Malick bile olsa bu kadar şematik, kişisel sinema dili yaratmayı belgesel çekmekle bir tutan, diyalogların slogan ya da dinsel referanslara yaslandığı bir film demekki yapılabiliyormuş. Brad Pitt neyse de, Sean Penn’in “ben bu filmde ne yapıyorum” duygusu içinde olduğu çok net hissediliyor. Bir anlamsızlık ve gereksizlik abidesi ödülü de Hayat Ağacı'na gidiyor. Burada tek teselli yönetmen Terence Malick’e olan hayranlığımın olumsuz etkilenmemesi. Şimdiye kadar yaptıklarıyla hatırlamak bile yeter: “Thin Red Line” “The New World” veya “Days of Heaven” filmlerini oturur yeniden izlerim.




PARİS’TE GECEYARISI/MIDNIGHT IN PARIS: Önce hakkını teslim edelim, listede yeralan diğer iki film içinde en “eli yüzü düzgün” olanı. Ancak eli yüzü düzgün derken, yönetmen Woody Allen’ın bu kadar iyi bir oyuncu kadrosuyla çalışıp bu denli “eline yüzüne bulaştırmasını” anlayabilmek de pek mümkün değil. Filmin açılış sekansı bile hata puanı: Bir başka yönetmen Paris’in turistik ve egzotik havasını içeren görselleri açılış sahnesi olarak uzun uzadıya kullansa kesinlikle “amatör sinemacı” diye damgalanırdı. Ama alttaki imza Woody Allen olunca yorumlama biçimi değişiyor. Bakış açısı değişebilir, ama bana kalırsa “Midnight in Paris” şaşkınlık verecek ölçüde amatör işi veya en hafif deyimle özensiz bir çalışma. Birbiriyle ekran kimyası asla tutmayan Owen Wilson ve Rachel McAdams’ın iki sevgiliyi oynaması, ancak Wilson/Allen benzeşmesinin sağladığı yönetmen tercihiyle açıklanabilir. Owen Wilson bir ölçüde Woody Allen’a benziyor tabii, ancak film üzerinden konuşursak, ne Rachel McAdams ile kavgaları ne de aşkları ikna edici. Bir yazarın yaratıcılık sancısı, ilham kaynağı arayışı ve sonunda Paris’in 1920′lerdeki entelektüel ruhuna sığınması bir yere kadar hoş bir fantezi. Ama kalın harflerle söyleyelim: Bir yere kadar. Paris'te Geceyarısı, bir noktadan sonra basmakalıp diyaloglar ve basmakalıp oyunculuklarla tamamen kontrolden çıkıyor. Belli ki Woody Allen’ın malzemesi bu kadar ve filmi bir yere varmadan tamamlıyor. Tıpkı Gertrude Stein rolünde Kathy Bates’in yazar adayı Gil’in roman taslağına yaptığı yorum gibi: Fena değil, ama içi doldurulmamış. "Midnight in Paris" filminden akılda kalıcı birkaç an şöyle sıralanabilir: Öncelikle film insanda ilk uçağa atlayıp Paris’e gitme isteği uyandırıyor. Cumhurbaşkanı eşi olmasına rağmen Carla Bruni göz dolduruyor ve sırıtmıyor. Ve Adrien Brody kısacık rolüyle öyle bir Salvador Dali canlandırıyor ki, muhteşem. Bununla birlikte Woody Allen’ın filmografi cephesinden bakınca durum pek parlak görünmüyor. Woody Allen ne yazıkki 2005′teki Match Point’ten bu yana birbirinden vasat ve giderek daha amatörleşen filmleri yapmaya devam ediyor.

Comments