IN TIME: GELECEĞİ OKUYAN "ZAMANA KARŞI"


Sinemada ya da edebiyatta çağın ruhunu doğru okuyup, geleceğe ışık tutan  iyi bir bilimkurgunun yeri asla bir başka şeyle doldurulamaz.  Edebiyat-sinema işbirliğinin en sıkı örneklerinin bilimkurgu üzerinden gelmesi de tesadüf değildir. Biri dünyasını kurgular, diğeri görsel gerçekliğe dönüştürür.

Soylent Green” senaryosu bilimkurgu yazarı Harry Harrison’a dayanarak hazırlanan 1973 yapımı bir filmdir. Bulup izleyin 21. yüzyıl ve daha sonrasına ilişkin inanılmaz gözlemlere sahip olduğunu göreceksiniz. 

Bilimkurgu deyince, sinemaya “Blade Runner” ve “Minority Report” gibi başyapıtlar kazandırmış olan Philip Dick’i anmadan olmaz. Dick 1982’de yaşama veda etmişti ama “kurguladıkları” ile beyazperdeye aktarılanlar her geçen gün gerçeğe dönüşmekte.

Türkiye’de “Zamana Karşı” ismiyle gösterime giren “In Time” belki dört dörtlük bir şaheser değil; ama zamanın ruhunu yakalayıp öteye taşıma konusunda sinemasal kusurlarını bağışlatacak düzeyde iyi. 


Banka hesabını kullanır gibi ömrünüzü harcadığınızı tasavvur edin. Harcama sözcüğünde herhangi bir mecazi çaba yok; yönetmen Andrew Niccol’un “In Time” filmi, insanların önceden belirlenmiş olan yaşam süresini harcayarak “hayatta kalabildiği” yakın bir geleceği anlatıyor.

Tıpkı unutulmaz “Gattaca” filmi gibi, senaryo yine Andrew Niccol’a ait: Ölüme çare bulunmuş.  Böylece insanların yaşı genetik olarak 25’te sabitleniyor ve kimse daha fazla yaşlanmıyor. Ancak ölüme çare bulunması “nüfus patlaması” anlamına geldiğinden, kapitalist dünyanın belirlediği kurallara göre “seleksiyon” yapılıyor.  Parasını veren ek süre alıyor (zenginliğin gücüne göre binlerce, onbinlerce yıl süre almak mümkün)  parası olmayan ise 25 yaşının sonunda fişi çekilircesine hayata veda ediyor.

Yeterince paranız yok ama yaşama azminiz kuvvetli ise, onun da çözümü tefeciden ödünç hayat satın almaktan geçiyor.

Herkesin koluna işlenmiş bir tür barkod olan “ömür sayacı” sayesinde insanlar alışveriş yapıyor, zengin-yoksul ayrımına göre sınırları belirlenmiş bölgeler arasında seyahat ediyor ve gündelik hayatın bütün gereklerini yerine getiriyor. Sayaç sona ererse tabii yapacak birşey kalmıyor; ölmekten başka.

Andrew Niccol, bu ilginç hikayeyi bir polisiye macera tarzı anlatımla beyazperdeye aktarıyor.  Oyunculuğu konusunda bütün önyargılarımı kıracak kadar iyi olan Justin Timberlake, uğradığı haksızlığa isyan eden ve zamana karşı yarışan bir karakteri canlandırıyor. Amanda Seyfried ile beraber geçen epey bir kaçma-kovalama sonrası, zenginden alıp fakire verebilecek güçte bir modern Bonnie ve Clyde tiplemesine dönüşerek.  

Anlatım tarzının barındığı klişeleri görmezden gelsem bile, Amanda Seyfried’in resimdeki sivri topuklularla kelimenin tam manasıyla, dağ, tepe, evlerin çatısı ve merdiven dahil en çetrefilli yerlerde deliler gibi koşarak kaçmasına akıl erdiremedim. Herhalde yaş 25 olunca sivri topuk falan vız geliyor!

Daha da önemlisi yönetmen Niccol her nedense tasarladığı öyküyü daha bir geniş bir çerçeveye oturtmayı, içeriğini zenginleştirmeyi denemiyor. Herşey özetlediğim şekilde ve o kadar.

Bütün bunlara rağmen, New York Zuccoti Parkta oturma eylemi başlatarak, kapitalist sistemi “altta kalanın canı çıksın” mantığından vazgeçmeye ve daha insani kaygılarla yenilenmeye çağıranları düşününce “In Time/Zamana Karşı” bir kez daha bilimkurgunun gücüne şapka çıkarttırıyor.

Comments