“BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA” NOTLARINDAN


Etkilenmek ama tam mutluluğu yakalayamamak...

Hani demiştim ya, ne çekerse çeksin koştura koştura gidip izleyeceğim yönetmenler vardır diye; Nuri Bilge Ceylan mesela, bunların başında gelir. Buna rağmen “Bir Zamanlar Anadolu’da” üzerine yazmak için acele etmemeye karar verdim. Film kendisi hakkında o kadar çok konuşturdu ki (aslında çok sevindirici bir şey) biraz suların durulmasını, tortunun dibe çökmesini beklemek daha doğru gibi geldi.

Tabii bu arada, bizdeki her ateşli tartışmada ne oluyorsa, filmi yorumlama konusunda da aynen öyle oldu. Herşey ya siyah, ya beyaz. Ya yere göğe sığdıramamak ya da yerin dibine batırmak! Bunun bir ortası, makulu yok mu; galiba bizim ülkemizde o kadarı bulunmuyor.

Sabah gazetesindeki yorumlar iyi bir örnek teşkil ediyordu: Filme bir “Anadolu Destanı” güzellemesini yakıştıran Atilla Dorsay’a göre Nuri Bilge Ceylan sineması artık belgeselden hikayeye geçiş sürecinde.  Tam tersine, “Ben belgesel mi izlemeye geldim acaba” diye filmi sorgulayan Hıncal Uluç’a göre ise ortada “üç saatlik estetik sıkıntı” var.

Bana göre filme ilişkin doğrular, tam da bu ikisinin arasında bir yerde. “Bir Zamanlar Anadolu’da” heyecan verici bir açılış sahnesi eşliğinde öykü-karakter-mekan denklemini kusursuz bir şekilde kurarken, bu duygu giderek yerini tekrarlara terkedip, belgesel tadına hatta didaktizme dönüşüyor.  

Elbette yaptığım bu değerlendirmelerin özünde, aslında "iyi" olan bir eserin "başyapıt" düzeyine çıkıp çıkamadığı sorusuna yanıt arayışı var. Ne olursa olsun, ortada çok iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış ve görselliği nefes kesen bir film var. Bununla birlikte, üç saatin ardından sıkılmak değil de “tatmin olmamışlık” ve “birşeylerin eksik kalması” hissiyatıyla sinemadan ayrılmak sözkonusu. İşte benim meselem tam bu noktadan başlıyor.


Sinemanın en temel kuralı, beyazperdede meramınızı göstermektir, anlatmak değil. Ancak “göstermekten” kastedilen beyazperdeden seyirciye geçmesi gereken duygudur, samimiyettir, filmle birlikte çıkılan içsel yolculuktur.

Çok önemli bir nokta daha var: İster anlatsın, ister göstersin; yani başarılı olsun veya olmasın, her filmin bir “derdi” bir “meselesi” vardır ve olmalıdır. 

Zaten başarının bir ölçüsü de bu “derdin” size samimi olarak anlatılıp anlatılmaması, o duygunun geçip geçmemesi değil mi?

“Bir Zamanlar Anadolu’da” bana hangi duyguları geçirdi, filmden etkilendiğim halde gerçekten hala emin değilim. Bir polisiye öykü olarak başlayıp, merak ve ilgiyi oraya yoğunlaştıran filmin, epey sonra kasabadaki savcı-doktor-otopsi gevezeliğine dönüşmesi, bütün malzemesi çok iyi hazırlanmış bir yemeğin ocaktan erken indirilmesi gibi geldi...

Kariyerinde “Uzak” ve “Üç Maymun” gibi (her ikisini yüzlerce kez daha izleyebilirim) başyapıtlar bulunan ve meselesini hep mucizevi bir görsellikle aktarmış olan Nuri Bilge Ceylan’ın bu son filmini sorgusuz sualsiz beğenmeye şartlanmak ve herşeye bir anlam yüklemeye çalışmak da bana zorlama gibi geliyor.

İlle bir metafor yaratmak uğruna, ağaçtaki elmanın ırmakta yuvarlanıp çürümüş elmalara takılmasını “insanı çürüten taşra hayatı” ile ifade etmek mümkün tabii.  Hatta, filmin asıl amacının taşranın tekdüzeliğini betimlemek olduğu noktasından hareketle, anlatılan polisiye öyküyü tamamen sembolik bir unsur olarak görenler var. 

İyi hoş da, Nur Bilge klasında bir sinemacı böyle klişe, böyle basmakalıp metaforlara neden başvursun? Taşra tekdüzeliğinin en mükemmelini “Mayıs Sıkıntısı”nda yapmadı mı?

Ortada bir cinayet var; ama nedenleri, niçinleri ve nasılları yok.  Karakterler arasındaki ilişki derinliği “gündelik gevezelikler” seviyesinde. Eğer yorumcuların iddia ettiği üzere herşey bir analoji ve metafor örgüsü ise, bütün bu gevezeliklere ne lüzum var?  Taşraya sıkışıp kalmış doktor, savcı, polisten sözedeceksek, bunların hepsi belli bir süreliğine orada değil mi? Bulundukları yer de Gulag Takım Adaları değil sonuçta; tayin olup gitmeyecekler mi eninde sonunda!  Sürekliliği temsil eden muhtarın ise zaten bir şikayeti yok, keyfi yerinde...

Uzun lafın kısası, “Bir Zamanlar Anadolu’da” son zamanların en etkileyici filmlerinden, orası şüphe götürmez, ancak Nuri Bilge Ceylan sineması için bir yeni ve üst aşama değil. Buraya filmden iki fotoğraf koydum. Sırf bu görsellik için bile bu film izlenir. Duygularımı özetle şöyle tarif edebilirim: Etkilendim, gözümü kırpmadan izledim, hislendim, ama (kendimi şartlamış olduğum halde) filmin sonunda “işte budur” diyemedim...

Comments

hayriye özel said…
Yazınıza tamamen katılıyorum,film bittiğinde tatminsizlik,bir eksiklik duygusu ile kalktım, bu kadar iyi bir filmin,hikayesini oluşturan ana nedenin nasılları niçinlerinin olmamasını nasıl düşünmemişler derken asıl verilmek istenen bu duygumuydu yoksa diye sormadan edemedim.
hayriye özel said…
Yazınıza tamamen katılıyorum,film bittiğinde tatminsizlik,bir eksiklik duygusu ile kalktım, bu kadar iyi bir filmin,hikayesini oluşturan ana nedenin nasılları niçinlerinin olmamasını nasıl düşünmemişler derken asıl verilmek istenen bu duygumuydu yoksa diye sormadan edemedim.
Anonymous said…
Yazınıza tamamen katılıyorum,film bittiğinde tatminsizlik,bir eksiklik duygusu ile kalktım, bu kadar iyi bir filmin,hikayesini oluşturan ana nedenin nasılları niçinlerinin olmamasını nasıl düşünmemişler derken asıl verilmek istenen bu duygu muydu yoksa diye sormadan edemedim.
Elinize sağlık