SON DURAK: BİR EV EĞLENCESİ OLARAK SİNEMA

Tekelleşmenin her türlüsü olumsuz sonuçlara yol açar; ancak sözkonusu kültür ve sanat ise, iyiden iyiye geçmiş olsun.

Yaklaşmakta olan tehlikeyi adeta bir sanatçı duyarlığı içinde erken teşhis eden Can Dündar, Milliyet’teki iki yazısıyla Türkiye’deki sinema salonlarının tekelleşmeye doğru gittiğini vurgulayıp, isabetli bir tartışma başlattı. Sektörün %71’ini kontrol edecek olan grup, kendi açısından doğru tavırla, genel hatlarıyla özetlersek “sonuçta kararı gişe verir; seyirci garantili olmayan nitelikli filmler ise yoğun sezon dışında bir şekilde gösterim şansı bulur” demeye getiriyor.

Bundan sonraki süreçte sinemaseverlerin gideceği istikamet, hangi tedbir alınırsa alınsın ve hangi teşvik uygulanırsa uygulansın, maalesef içinde korsanı da barındıran “ev sineması” durağıdır.

Önce bağımsız sinema salonları birbiri ardına yokoldu. İz bırakacak filmlere erişmek uğruna özel çaba göstermeyi göze alan sinema tutkunlarını bile bezdirecek engeller ortaya çıkmaya başladı.  Vizyona yeni giren bir filmi şehrin en uzak yerlerinden birinde izlemeye razı olup sinemaya ulaştığınızda yalnızca günde iki seans gösterildiğini öğrenmek nasıl bir duygudur dersiniz?


Seyirciyi yanına katıp içsel yolculuğa çıkartacak filmlerin festivaller dışında sinemalara pek uğradığı yok.  Buna karşılık, boş zaman geçirme eğlenceliği faslında beyazperdeye takılan, arada bir cep telefonunu kontrol eden, hatta film sıkıcı gelirse telefonla konuşan "yeni tarz" alışveriş merkezi salonlarında epeydir hakimiyetini ilan etmiş durumda.  Şimdi sektörün özenle seçeceği gişe garantili popüler filmler de bu anlamda sıkıntı yaratmayacak.


Alışveriş sistemine entegre edilmiş salonlar sayesinde giderek "gerçek bir sinema salonunda film izlemek" duygusunu hiç bilmeyen kuşaklar geliyor.

Yalnızca Türkiye’de değil, aynı durum Amerika’daki salonlarda da yaşanıyor. Ödüllü veya nitelikli bir filmi sinema salonunda izlemek başlıbaşına bir araştırma ve özveri gerektiriyor. Oscar kazanmış olması sonucu değiştirmeye yetmiyor. İşletmeciler “salonu tıklım tıklım yapacak filmler dururken, neden üç-beş kişiye film oynatayım” düşüncesiyle, bazı filmleri gösterim listesine almıyor bile. 

Sonrası ise tam bir kısır döngü: Eğer vaktiniz ve paranız bolsa, tek seçenek epey uzaktaki bir sinemanın yolunu tutmak. Böyle bir özveride bulunanların sayısı zaten iyice sınırlı olduğundan, sinema sanatını sadece gişe raporlarıyla anlamaya çalışanlar için, boş salona oynamış görünüyor.

Avrupa genel anlamda bu durumun farkında ve önlemini almış. Örneğin İngiltere ve Fransa’da tarihi sinema salonlarının yaşatılması için canla başla çalışılıyor. Üstelik devletin desteği en temel aşamada sözkonusu ve gerisi yine özel işletme mantığıyla yürüyor.  Tarihi ve mimari değeri olan sinemalar “yıkılamaz” statüsü ile koruma altına alınıyor, sonrasında ise toplum bilinci devreye giriyor. Londra’daki Electric sinemasını yaşatmak için gönüllülerin katkısıyla işleyen bir fon var. Paris’in muhteşem Rex sineması bir vakıf sayesinde ayakta. Böyle salonların varolması, ana akım dışında kalan sinema için kuşkusuz bir hazine değerinde.

GEÇMİŞİ OLMAYANLARIN ÜLKESİ
Herşeyin iyi tarafını almak felsefesi niye kapitalist işleyiş için geçerli olmuyor anlamak zor. Tamam, zarar eden işletmelere dinamizm kazandıralım, ekonomiye katkıları olsun. Ama her tarihi binayı ve her bağımsız sinema salonunu yok ederek, kültüre bir şekilde “asmayıp da besleyelim mi” mantığı uygulanmış olmuyor mu?


Bugün Ankara’nın Talip Sineması otopark olarak, Batı Sineması işportacı tezgahı olarak “ekonomiye kazandırıldı”; bu gidişle herhalde Emek veya Alkazar’ın başına da benzer şeyler gelecek. Yokolan her salonla birlikte ortak tarihimizi, kültürel mirasımızı da toprağa gömüyor; geçmişi olmayan adam filminin yeni versiyonlarına önhazırlık yapıyoruz.

Ankara’nın en muhteşem sinemalarından biriymiş Büyük Sinema. Ben ona değil ama Maltepe’deki Gölbaşı’nın son zamanlarına yetişebildim. Bakımsızlık ve ilgisizlikten harap haldeydi. Şimdi şu fotoğraftaki bilet kuyruğu iyice hüzünlü geliyor; keşke binaların dili olsa da anlatsa.

Ama rakamların diliyle anlatabilirim: Yalnızca başkent için durumu özetlersek, Ankara son 50 yıl içinde en az 34 sinemasını yitirdi. Bu rakamın eksiği vardır, ama fazlası yoktur. Büyük çoğunluğu sinema olarak inşa edilmiş olan, dolayısıyla belli bir işletme anlayışına, tarihi doku ve mimari estetiğe sahip salonların kuşaktan kuşağa aktarılamamasının hazin özeti...

Madem ki kararı gişe verecek, o konudaki rakamlara bakalım:   İtalya’nın Oscar adayı olan, bir ailenin hırs, mahalle baskısı ve iletişimsizlikle yüklü çözülüş öyküsünü üç kuşak üzerinden anlatan harika bir film “Gördüğüm En Güzel Kadın/La Prima Coda Bella” 10 hafta gösterimde kalıp, 2.850 seyirciye ulaştı. Evet, yazıyla ÜÇBİN bile DEĞİL!

Bir filmin çekim süreci içerisinde Batılı sömürgeci ruhun başka formlarda hayat bulmasını anlatan ve bunu yaparken de asla klişelere yüzvermeyen “Tambien La Iluva/Yağmuru Bile” gibi bir başyapıt,  4 hafta gösterime ancak dayanıp, 2.461 kişinin ilgisine mazhar oldu!

Şirinler” iki hafta içinde 540.000, “Harry Potter’ın sekizinci bölümü beş haftada 740.000 veya “Transformers 4” yedi haftada 620.000 izleyici toplamışken, siz işletmeci olsanız hangisini göstermeyi tercih edersiniz?

Peki siz sinemasever, “Gördüğüm En Güzel Kadın” filmini izlemek isteseniz, koca İstanbul’da yalnızca iki salonda oynadığını görünce herşeyi göze alıp onca yol ve zahmete katlanır mısınız?

Elbirliğiyle yokediyoruz ortak belleğimizi. Artık ne doğru düzgün film var ortada, ne de olanlara sahip çıkabilecek sinemalar. 

Comments