JOHN CARPENTER İÇİN ACELE “MOJO” ARANIYOR

Tarzına ve yaratıcılığına duyduğunuz hayranlık yüzünden bir yönetmenle aranızda gizli bir gönül bağı kurar mısınız?  Benim için böyle bir durum fazlasıyla geçerli. Doğrusunu söylemek gerekirse, belli yönetmenler hangi filmi yapsa izler; bazı sanatçıların albümlerini daha herhangi bir tanıtım videosu dönmeden satın  alıp dinlemeye başlarım.

Sonuç elbette her zaman bu sadakati haklı çıkartacak boyutta olmuyor. Hatta son zamanlarda giderek neredeyse hiç olmamaya başladı. Lafı uzatmamak için sinemayla sınırlı kalırsak, şunu söyleyebilirim: Bu güne dek beni hiç “aldatmayan” yönetmen sayısı maalesef bir elin parmaklarını bulmaz.  Terence Malick, Ridley Scott, Christopher Nolan, Tom Tykwer,  James Ivory, Paul Thomas Anderson ve belki zorlasam bir kaç isim daha.

Bence hepsinin üzerinde durabilen tek yönetmen Stanley Kubrick'tir. En başlangıcından en sonuna kadar, hatta ölümünden önce yaptığı son film de dahil olmak üzere, bütün eserleri başyapıt düzeyinde olan eşsiz bir sinema dehasıdır.

Korku türü sözkonusu olunca gönlümde tek bir isim vardır: John Carpenter.  Örneğin, Wes Craven önceden bu gruba dahildi, ancak yaptığı onca güzel işten sonra “My Soul to Take” gibi, ironik bir biçimde, yapımcıların 3 boyutlu korkutma saçmalıklarına ruhunu satınca affedilmez bir şekilde gözden çıkartıldı!

John Carpenter deyip geçmemek gerek.  Alfred Hitchcock nasıl sinemada gerilim türüne yeni bir anlam, ifade ve görsel boyut kattı ise, John Carpenter aynı şeyi korku tarzında başardı. Hem de alçakgönüllü bütçelerle.  Çevre kirliliği, küresel felaketler ve aramızdaki uzaylılar gibi bugün korku filmi senaryolarında baskın olan bütün temalar ilk olarak Carpenter sinemasıyla beyazperdede hayat buldu. “They Live” 1988’de yapılmıştır; “Escape From L.A.” 1981’de; bir kurgusal şaheser olan "Christine" ise 1983'te. Yapım yıllarının yanı sıra senaristin de Carpenter olduğunu hatırlarsak, sinemasal dehası daha belirginleşir.


1978’de yaptığı “Halloween” korku sinemasında tam anlamıyla bir dönüm noktasıdır; sinemada bir çağı kapatıp yenisini açmıştır.


Sinemanın her tarzı kendi içinde zorluk taşısa da, ilk sırayı korku sineması alır. Korku sineması genel anlamda, gerçekte varolmayan bir dünyayı kurgulayıp, seyirciyi içine hapsetmek veya gerçek dünyaya kurgusal karakterleri yerleştirip izleyiciyi yaratılan atmosfer aracılığıyla etkilemektir ki bu bir kaç cümleyi “ikna edici” görselliğe dönüştürmek  öyle herkesin harcı değildir.

“Halloween” tamamen gerçek bir dünyaya ait olan hikayesiyle, herkesin içinde varolan duyguları korkuyla besleyerek gelişir. Kapalı yerde kalma duygusu, takip edilme endişesi, yalnızlığın tekinsizliği gibi bütün temel öğeler “Halloween” filminde Carpenter'ın ustalığı sayesinde bir başka boyuta dönüşür. Filmin tek “gerçek ötesi” karakteri olan katil Michael Myers, aslında hepimizin çocukluk anılarında varlığını bulan “öcü” kavramından kurgulandığı için yaratılan atmosfer sayesinde fazlasıyla gerçek ve bir o kadar ürkütücüdür.

“Halloween” öylesine bir başarıdır ki, yapımcıların dönüp dolaşıp devamını çektiği korku filmlerinin başında gelir. Benim saydığım, 1978’den sonra çekilen en az altı-yedi Halloween var.

Bütün bu başarılardan sonra John Carpenter  uzunca bir sessizliğe gömüldü. Son dokuz yıldır hiç film yapmadı. Nihayet “The Ward/Koğuş” filmiyle sinemaya döndüğü haberi gelince ister istemez heyecanla sinemaya koşturdum.

Sonuç, dev bir hüsran; hem de öyle böyle değil. “The Ward” filminden Carpenter ismini çıkartın, rahatlıkla bir aceminin ilk filmi dersiniz.  Yapılmaması gereken ne varsa Carpenter bir acemi yönetmen edasıyla hepsini yapıyor. Karakterler ve diyaloglar basmakalıp, öykü kurgusu daha ilk aşamada seyircinin konuyu çözebileceği kadar özensiz.  Seyirciyi korkutma adına başvurulan yöntemler, kapalı paketi açınca fırlayıveren kuklanın korkutması düzeyinden farklı değil.

Bütün bunlar da yetmezmiş gibi, filmin sonlarına doğru Carpenter, kamerasını psikiyatri kliniğindeki doktora odaklayıp, konunun özetini geçiyor. Şaka gibi ama öyle: Doktor uzunca bir açıklamayla, baş karakterin çoklu kişilik bozukluğundan mustarip olduğunu anlatıyor; hani kazara filmin görselliği seyirci algısı için yeterli olmazsa diye düşündüler herhalde!

Austin Powers “Goldmember” filminin açılış bölümünde, Dr. Evil dahil bütün meşhur karakterleri Tom Cruise ve Kevin Spacey gibi ünlü isimlerle yeniden canlandıran yönetmen Steven Spielberg’e “herşey çok güzel, ama ‘Mojo’ eksik” diye itiraz eder ya, aynen onun gibi bence John Carpenter için de acil olarak mojo bulunmasında yarar var. Yoksa bir sonraki filmini hiç bekleme niyetinde değilim.

Comments