SUYUN ÖTEKİ YÜZÜ

Yeni Hayat romanındaki Osman'ın “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” ifadesi kadar iddialı olmasa da, okuduğum bir kitap sayesinde “su” konusundaki algımın tümüyle değiştiğini söyleyebilirim.

Seyahat eden herkesin bazı alışkanlıklarını beraberinde götürme huyu vardır. Benim için “kaliteli içme suyu” bunlardan biridir. Nereye gidersem gideyim, PET şişede su bir vazgeçilmezdi. Kimi zaman uzun mesafe yürüyüşlerine, kimi zaman asansörü olmayan Paris’te bir apartmanın 5. katına litrelerce su taşıma pahasına olsa da.

Ama şimdiki aklımla yapar mıyım, hayır. Çünkü dünyanın en iyi üç şehir şebeke suyundan birisinin Paris’te olduğunu öğrendim. Tabii daha fazlasını da.

Kardeşim Hakan ısrar etmese, Peter Gleick’in “Bottled & Sold: The Story Behind Our Obsession with Bottled Water” kitabından muhtemelen haberim olmayacaktı.  “Şişelenmiş su konusundaki takıntımızın arkasında yatan gerçekler” gibi bir sunumla başlayan böyle bir kitaba, tescilli bir "takıntılı" olarak elbette kayıtsız kalmadım.





Dünyada içme suyunun artık PET şişede pazarlandığını ve günde iki, hatta üç litre su içilmesi gerektiği yönündeki yoğun kampanyayı akılda tutarak, rakamların diline bakalım:

Dünyada tüketilen şişe suyu, 1976 yılında 350 milyon galona yakın düzeydeyken, bu rakam 2008 yılında 9 milyar galona, yani 34 milyar litreye yükselmiş. Bütün bunlar korkunç hızla artan su ticaretine ve aynı zamanda müthiş bir PET şişe yoğunluğuna işaret ediyor.

2008’de 34 milyar litreye ulaşmış olan ticari su tüketiminin 2011 itibariyle geldiği nokta elbette tahminlerin çok ötesinde.

Peter Gleick, su konusunda kıtalararası yaklaşım farkına dikkat çekiyor. Amerika, şehir şebekesinden verilen suyun iyi ve kaliteli olması, bir başka deyişle insanların en temel ihtiyacı olan suya ekstra para ödememesi noktasına yoğunlaşmış durumda. Buna karşılık şişelenip satılan suya aynı titizliği göstermiyor, hatta yeterince denetlemiyor. 


Avrupa ise bir yandan musluk suyunu önemserken, bir yandan da şişelenip satılan suların kaynak, hijyen ve sağlık açısından denetlenmesi konusuna eğilip, ciddi kriterler belirlemiş. Ayrıca çoğu Avrupa ülkesinde musluktan akan suyun zaten içilebilir olduğunu, hatta bu konuda tutarlı bir politika uygulandığını  vurgulamakta yarar var. Türkiye de ticari sular konusunda Avrupa yönetmeliklerini uyguluyor.

Amerika’nın durumu fazlasıyla ilginç. Kitabın yazarı Peter Gleick, California eyaletinde yaşayan bir su uzmanı. Dolayısıyla Amerika’dan verdiği örnekler hem çok güncel, hem de tüketim eğilimli bir toplumun ticari zeka ile nasıl manipule edildiğini gösteriyor.  Bizdekinin aksine, Amerika Birleşik Devletleri’nde şehir şebekesi suyuna uygulanan denetim, ticari su işletmelerine uygulanmıyor. Şişelenmiş su “gıda” kategorisine alındığı için, tüketiciyi yanıltan firmalar ortalıkta cirit atıyor.





MARKALAR VE YANILSAMALAR

Benim de (kitaptan önce) en favori suyum olan “Poland Spring” meğerse bir markadan ibaretmiş! 1845’ten beri Maine adasındaki doğal su kaynaklarından geldiği süsü verilerek pazarlanan Poland Spring, aslında yalnızca bir ticari marka. Yani suyun Maine bölgesinden gelmesi sözkonusu değil.

Benzer şekilde “Arctic Spring” markası tüketiciye “Kutuplardan gelen su” imajını verse de, gerçekte suyun kaynağı kutuplarla uzaktan yakından alakası olmayan Florida!

Amerikan firmaları, yine bizdekinin tersine, suyun ana kaynağını ve analiz raporunu belirtmek gibi bir zorunlulukla karşılaşmadığından, reklam zihniyetiyle kelime oyunları yaparak tüketiciyi kandırmakla meşgul.  

“Glacier Mountain” markasını “buzul suyu” sanarak herhalde yüzlerce kez satın almışımdır.  Glacier Mountain, yani buzul dağı kaynağının aslında New Jersey olduğunu öğrenince öyle bir bozuldum ki!


TİCARİ CİNLİK

Amerika’da kutuplardan gelen su imajıyla ambalajlanan bir sürü “Arctic” markası var. Hatta bunlardan bazıları musluk suyunu arıtıp, “kutuplardan” diye pazarlıyor!


Ama şişe suyu ile dinsel arınma bölümünü okurken, ticari zeka konusunda kimsenin Amerika’nın “eline su dökemeyeceğine” kanaat getirdim. Evet, şaka değil “Holy Drinking” yani Kutsal Su diye pazarlanan bir marka var. Suyu içiyor ve günahlarınızdan arınıyorsunuz. Bu kadar kolay. Yeter ki biraz fazla parayı gözden çıkartın: Şehvet, kibir ve hırs gibi günahlardan arınmak için bir şişe içmek yeterli; ama öfke ve açgözlülükle bağlantılı günahlardan ancak kutsal sudan 3 şişe içerek arınmak mümkün! Siz en iyisi 20 dolar verip 3’lü paketten alın, olsun bitsin.

ÇÖZÜM NE?

Suyu kaynağında şişelemek de alternatif çözüm değil aslında. Su kaynağının olağan akışın ötesinde pompalanması, fabrika ile kaynak arasındaki bağlantının çevresel etkisi ve bir petrol türevi olan plastiğin yarattığı müthiş kirlilik, sürdürülebilir bir ekolojik dengeyi imkansız hale getiriyor. Bütün bunların ötesinde, plastiğin suyla temasıyla zaman içinde oluşan bakteriler suya karışıyor.  Ne yazık ki, çoğu kez farkında olmadan üstüne para vererek, bakterili su içiyoruz.

Su içmekten vazgeçilemeyeceğine göre, temel çözüm yaşadığımız yerlerin musluk suyunun içilebilir olmasına odaklanmaktan geçiyor. Anadolu’da bazı iller musluk suyu bakımından çok şanslı; ama büyük metropollerde durum tam tersi. İstanbul’un lüks otellerinde “musluk suyu içilmez” uyarısını gördüğümde hep içim burulmuştur.

Oysa aşırı kalabalık nüfuslu kentlerde bile sistemli çalışarak ve kaynakları iyi değerlendirerek, içilebilir musluk suyuna ulaşmak hayal değil. Paris belediyesi 2005 yılında “musluk suyu iyidir ve içilmelidir” kampanyası başlattı. Fazlasıyla da amacına ulaştı.

Tıpkı, Londra, Viyana, New York, Cleveland gibi büyük kentlerin şehir şebeke suyunu iyileştirme yarışına yönelmesi gibi.

Sonuçta hem doğal kaynakların hem de insanların yararına adımlar atılmış oldu. Peter Gleick’ın kitabında özellikle vurguladığı gibi, aşırı kalabalık nüfus, bir kentin kötü şebeke suyuna sahip olması anlamına gelmiyor. Yapılan analizlere göre, halen dünyanın en kaliteli musluk suyuna sahip kentleri sıralamasında New York, Paris ve Londra ilk üç sırayı alıyor.

Comments

Özgür Coşar said…
Paris'te musluk suyu içilir mi diye arayıp, bilgilendirici yazınızı okudum. Bu vesile ile blogunuzu keşfettim.
Teşekkürler