GREEN CARD, BİR SİNEMA OYUNCUSU OLUYOR



GREEN CARD, FİLMİN BAŞ KARAKTERİ OLURSA

Bir filmin kendi konusu kadar, arka planı da ilham verici olabiliyor. Hatta bazı durumlarda bu arka plandan bambaşka dünyalara yelken açmak olası. 


The Proposal/Teklif” filminden sözediyorum. 


Sandra Bullock ve Ryan Reynolds ikilisini romantik komedide biraraya getiren "The Proposal" aslında kötü bir film değildi, ancak hemen ardından yaşanan gelişmelerin etkisiyle özellikle Sandra Bullock açısından biraz çabuk eskidi. Benim içinse yeni bir araştırmanın ilham perisi oldu.

Filmin çevrildiği günler, henüz Sandra Bullock’un “A Sınıfı Oyuncu” diye adlandırılabilecek “Gizli Hollywood Anayasasına” adını yazdıramadığı döneme denk düşer. Ama talih kuşu pek yakında başına konacaktır. Sandra Bullock “The Proposal” filminden kısa bir süre sonra “The Blind Side” filminde oynar ve “bileğinin hakkıyla” Oscar heykelciğini kucaklar. Hatta bununla da yetinmeyip, “bugüne dek beni ciddiye almadınız, ama işte karşınızda ve Oscarlıyım” diye özetlenebilecek, siyaseten doğruculuğu elinin tersiyle iten ve Hollywood sistemine kayıtsız şartsız teslim olanlara kafa tutan bir konuşma yapar.  

Neyse konumuz aslında bu değil! “The Proposal” hırs küpü bir işkadını ile onun asistanı arasında geçen bir öyküdür. Kanada vatandaşı olan Margaret Tate (Sandra Bullock) çalışma vizesiyle Amerika’ya yerleşmiştir. Hırstan çatlayacak kadar kendini işe vermiş olsa da, vizesi sona erince, uzatma imkanı bulunamaz. Kariyeri bırakıp eve dönmek yerine, bir Amerikalıyla evlenip Yeşil Kart/Green Card sahibi olmanın yollarını arar. Bulur da: Asistanı Andrew Paxton’ı evlenmeye zorlar, hem de kabul etmediği takdirde işten çıkarma tehdidiyle!

Zaten filmin ilham verici olması da, benim açımdan rollerin tamamen tersine çevrilmesiydi. Gerçek hayatta, Green Card alıp Amerika’ya yerleşmek için anlaşmalı evlilik de dahil olmak üzere her yolu deneyenler var.

Göçmenliğe ilişkin bir statü olsa bile, Green Card’ın sosyal ve kültürel bir simge olduğunu da kabul etmeliyiz. Sayısız müzisyene ilham veren, romanlara konu olan, hatta Sting'in unutulmaz şarkısı "Englishman in New York" ile popüler hafızalara kazınan Green Card'ın çekiciliği karşısında Hollywood kayıtsız kalabilir miydi; elbette hayır.

"Green Card" Filmini ve O Muhteşem Evi Hatırlamanın Tam Zamanı




"I am an alien, I am a legal alien" sözleriyle Sting, New York'taki hayatını "İngilizim ve ABD'de yasal statüye sahibim" diye özetliyordu şarkısında. Yönetmen Peter Weir, “Green Card” filminde bu mantığı bir Fransıza uyarladı. George Faure isimli Fransız kendisine New York'tan yapılan iş teklifini kaçırmamak için Amerika'ya geliyor, ama çalışma izni olmadığı için Amerika'da kalmanın yolunu arıyordu. New Yorklu Bronte Parrish ise çok bağlandığı evinden kopmamak için herşeyi yapmaya hazırdı. Evde oturabilmesi evli olma şartına bağlı olunca, (New York'ta ev arayanlar bu tür şeylerin pek de fantezi olmadığını gayet iyi bilir) ikisinin hayatı "ortak çıkarlarda" buluşuyordu.  

Ayrıca resimdeki eve bir bakın, böyle bir ev uğruna herşey göze alınmaz mı J

Alınır derseniz, damadın green kart sahibi olmak, gelinin ise evsahibi olmak uğruna “hayatlarını birleştirmesi” bir bakıma "hayatın gerçekleriyle" yüzleşmekten geçiyor. Filmin devamı da bunun üzerine kurgulanmıştı: George (Gerard Depardieu) ve Bronte (Andie MacDowell) için çok “mantıklı” olan bu evlilik, acaba göçmenlik dairesindekilerin gözüne nasıl görünecek?

Elbette Hollywood'un Yeşil Kart ilgisi bir tek filmle sınırlı değil. Green Card ve göçmenliği kullanan film sayısının bir araştırma konusu olabilecek kadar çok olduğunu görünce, ben de devam ettim.  Yeşil kartı adeta bir "aktör" gibi kullanan, öyküsünü göçmenlik ve onunla ilgili sorunlara dayandıran filmleri derledim. Bir filmin başka fikirlere esin kaynağı olması diye birşey varsa, işte budur.   

America, America: Türkleri ve Türkiye'yi çok yakından ilgilendiren filmlerin başında Elia Kazan imzalı "America, America" gelir. İstanbul'dan New York'a gelen bir göçmenin hayatını anlatan 1963 yapımı film çoktan klasikler arasına girdi bile.

Coming to America: John Landis imzalı bu film, New York'un Queens bölgesine yerleşip, hayatının kadınını arayan bir göçmen veliaht prensin mizahi öyküsüdür. Mizahın sunduğu olanakları bol bol kullanan Eddie Murphy bu filmdeki rolüyle önemli bir çıkış yakaladı.

ABCD: Amerika'ya göçeden Hintlilerin sorunları ele alan "ABCD" kuşak farkı ile kültürel çeşitliliği vurgular. Tabii bir Hint filminin rengarenk uyumuyla, bolca dans ve müzik eşliğinde.  

Born in East L.A.: 1987 yapımı bu filmde İspanyol asıllı göçmenler anlatılır. Özellikle üçüncü kuşak göçmenlerin karşılaştığı kültürel ve sosyal problemleri ele alan Born in East LA, göçmen dairesindeki sorunların da üzerine gider. Hatta dramatik bir durumun altını çizerek: Göçmenlik Dairesinde bürokrasi kurbanı olup, eksik evrak diye Meksika'ya geri gönderilen genç, “kağıt üzerinde” kendi ülkesine geldiği halde; tüm hayatı Amerika'da geçtiğinden, "anavatanında" tek kelime bile İspanyolca bilmeden hayat mücadelesi vermek zorunda kalır.

Blood Red: Göçmenliğe Avrupa bakışı diyebiliriz. Peter Masterson imzalı bu film Sicilyalı göçmenlerin Amerika’daki hayatına eğilir. Dennis Hopper'dan Julia Roberts'a sinema dünyasının en yıldız isimlerini biraraya getiren Blood Red filmi bence duygusal drama dalında en iyi Green Card filmleri sıralaması yapılsa, ilk 10 arasına girmeyi hakeder.

Aslında “The Proposal” ve “Green Card” en popüler olanlar, ama hazır "ders çalışmışken" oluşturduğum listeyi meraklısı için kayda geçireyim:

"Green Card", "America, America", "ABDC", "The Border", "Blood Red", "Bread and Roses", "Coming to America", "Crossover Dreams", "Eat a Bowl of Tea",  "Born in East L.A.", "The Emigrants",  "Full Moon in New York",  "Gangs of New York",  "A Lady Without Passport",  "Lonely in America",  "Picture Bride",  "The Proposal", "Telling Lies in America",  "Someone Else's America"

Comments