MUHTEŞEM AKIL TUTULMASI



Toplumsal düzeyde ya da ikili ilişkilerde tepki duyduğumuz halde anında karşılık veremediğimiz durumlar vardır.  Her ne kadar anlamını bilsek de, yine de adını koymak istemez, işin ciddiyetiyle yüzleşmek yerine yan yollara saparız.  Çünkü gerçeği dillendirmek en başta kendi yüreğimizi sızlatabilir.  


Türkiye’deki güncel tartışmalara bakarsak, aslında herhangi bir tereddüte yer kalmadı. Gerçekle kurgu bütünüyle yer değiştirmiş durumda.  Zihinsel kalıplara dönüşmüş tepkiler sayesinde her olay çifte standart süzgecinden geçiriliyor;  gerçek olan kurguymuş gibi hafife alınırken, kurgulanmış olana en şiddetli tepki gösteriliyor. Bizdeki durum artık "görmezden gelme" ile değil, olsa olsa "akıl tutulması" ile izah edilebilir. 

Toplu tepkilerde ortaya çıkan “gerçekle, gerçek olmayanı birbirine karıştırma hali” epeyden beri yaşanan bir olguydu. Uzun bir süre ismini koymak yerine mizah malzemesine çevirip tatlı bir tebessümle geçiştirmeyi yeğledik. “Ekmek Teknesi” dizisinin Fırıncı Nusrettin’i “Yılın Esnafı” ilan edidiğinde, rahmetli Savaş Dinçel ödülü bizzat almış mıydı hatırlamıyorum, ama Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Merkez Birliği’nin (TESKOMB) televizyon dizilerindeki oyunculukları ödüllendirme gibi bir geleneği olmadığını biliyorum.  Tıpkı “Çocuklar Duymasın” dizisinin oyuncusu Pınar Altuğ’un “Yılın Annesi” seçilmesi, “Kurtlar Vadisi” dizisinin oyuncusu Oktay Kaynarca’nın dizideki rolü gereği ölmesi üzerine gazetelere ilanlar verilip, mevlit okutulması gibi.  Ferzan Özpetek’in “Hamam” filmi Hamamcılar Derneği’ni harekete geçirmiş; derneğin başkanı, “örf ve adetlerimizi küçük düşüren” bu filme verip veriştirmişti, laf arasında aslında filmi izlemediğini de itiraf ederek!

Örnekleri çoğaltmak kolay, bütün bu olup bitene anlamlı bir açıklama bulmak zordu önceleri. Neyse ki “Muhteşem Yüzyıl” imdadımıza yetişti. Gösterilen tepkilerin boyutu ile devlet kademesinden bireylere uzanan geniş yelpazede yapılan açıklamaları görünce, topluca boyut değiştirip “alacakaranlık kuşağına” geçtiğimiz duygusu kuvvetleniyor.

Önce “bu bir belgesel değil kurgudur” diyen RTÜK, hemen ardından “toplumun etik ve manevi değerlerini incitme”, “tarihi şahsiyetin mahremiyeti” gibi nereye çekseniz oraya gidecek gerekçelerle Muhteşem Yüzyıl’a uyarı cezası verdi.  Artık bundan sonrası, gerçek olanla hayal edilenin birbirine karıştırılması konusunda doktorun “ne yersen ye” dediği aşamaya geldiğimizin bir işaretidir.

Tarihi şahsiyet denince herhalde İngiltere’yi hafife alamayız. Acaba RTÜK sayısız kez filme ve televizyon dizisine konu olan Kraliçe Elizabeth’lerden birini olsun izledi mi?  Kral İkinci Edward veya Kral Sekizinci Henry’nin hayatına ilişkin sinema ve televizyon filmlerinden haberi var mı? Bu uyarlamaları izlerseniz (bir tanesi halen televizyonlarda gösterilen Tudors) aşk, ihanet, entrika, diplomasi, din, politika, eşcinsellik ve seks bulursunuz. Doğal olarak hayatta ne varsa, ne yaşanıyorsa, beyazperdeye yansımaktadır.

Tam 30 yıldır neredeyse dünyanın her yerinde sahnelenen “Cats” müzikalinden habersiz yetkililerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz.  RTÜK de muhtemelen Tudors, Edward II gibi filmleri duymadı, Kraliçe Elizabeth filmlerini izlemedi bile.  Ama olsun, Avrupa Birliği kriterlerine “tarihi şahsiyetin mahremi” gibi bir kavram ekleniverdi; evrensel kültüre katkı çerçevesinde. 


Amerika'da "genel seyirci" sınıflaması ile yayınlanan ve büyük sükse yapan televizyon dizisi "Modern Family"den hiç sözetmeyeyim en iyisi. RTÜK imkanı olsa, ABC kanalına "ailenin manevi şahsiyetini aşağılama" cezası verirdi.

Atatürk’le ilgili bir film yapıldığında “dogmatizm” eleştirisi getirenler, hakaret dahil herşeyin özgürce dillendirilmesi gereği üzerine kalem oynatanlar, her nedense Kanuni Sultan Süleyman ve tarihi şahsiyetin mahremi konusuna “kurgulanmış gerçek” muamelesi yapıyor.  Protestonun “haklı” ve “haksız” olması çifte standardına, tarihi şahsiyetler arasında “özel muameleyi hakedenler ve etmeyenler” ayrımı da getirilmiş oluyor.  

Bırakın evrensel ölçütlere ulaşmayı, “benim özgürlüğüm seninkinin bittiği yerde başlar” temeline yaklaşmak bile uzak bir düş haline geldi. Sanki özgürlük bize “bahşedilen” kadar; buna bağlı olarak özgürlükleri savunmada hakim olan tavır, mahçubiyet duygusu ile “ben ettim, sen etme” mantığının bir karması.  İleri demokrasiye geçiş sürecinde yaşam tarzlarına saygı gösterilmesinin fazladan bir lütuf olduğu anlaşılınca “belliydi böyle olacağı” noktasından öteye geçildi mi gerçekten? 

Farklılığın önemini vurgulamak ve yaşam tarzlarına saygıyı savunmak adına yapılan entelektüel çabalar, gerçekleri kurguya dönüştüren sahte bir algı çerçevesinde sürdürülüyor.  Asıl üzücü olan bu: Ekrana çıkan “aslında ben içki kullanmam” diyerek söze giriyor; yorum yapan yazısına dip not olarak “fazla içmek zararlıdır” cümlesini ekliyor; şiddete başvurmayan bir tepkinin cadı avına dönüşmesi eleştirisi “stadyum politika yeri değil” vurgusu üzerinden yapılıyor.  Sanki esas mesele temel özgürlükler değil alkolizm konusuymuş; sanki stadyumu “icraatın içinden” programına dönüştürmek politika değilmiş gibi.

Örnekleri uzatmak gereksiz, çünkü sonuç aynı: Toplumsaldan bireysele, giderek boyutları genişleyen bir akıl tutulmasıyla karşı karşıyayız adeta. Birebir yaşananlara kayıtsız kalırken, kurguyu gerçek gibi yaşayıp tepki veriyoruz; neresinden bakılsa yürek sızlatacak bir gidişat.

Comments