OSCAR 2011: İTİRAZ EDİYORUM, HAKİM BEY!



Oscarlarda her zaman itiraz edecek bir kaç temel nokta çıkar aslında, ancak bu yılın adaylarında ciddi bir hayalkırıklığı yaşadım.  Sinema sanatında devrim yapan filmin yönetmeni yok sayılmış; baştan sona kusursuz bir başka film tek adaylıkla geçiştirilmiş. Dahası “Zoraki Kral/The King’s Speech” ile “Siyah Kuğu/Black Swan” üzerine zorlama bir artı değer yüklenmiş. 

Adaylıkların ciddi bir lobi faaliyeti sonrası oluştuğu malum. Ama ortaya çıkan liste eskiden daha dengeli olurdu ve “herkese mavi boncuk” dağıtma kaygısı bu denli göze batmazdı.  (Belki de bu hep öyleydi ama bizler daha masumduk, bilemiyorum.)

Sektörün ağır toplarının dayatması sonucu, her dalda 5 aday yarışırken, son yıllarda en iyi film dalında bu sayı 10.  Böylece bırakın elmalarla armutları karıştırmayı, narenciye sepetine patlıcan biber doldurmak gibi bir durum ortaya çıkıyor. Karakter, hikaye ve mekan üzerine aylarca çalışıp ortaya konan bir eserle, bilgisayar ortamında “oluşturulan” ve gerçek oyuncuların yalnızca sesini verdiği bir animasyon (bu yıl Toy Story 3 listede)  nasıl aynı kulvarda yarışır ve değerlendirilir, aklım almıyor.

2010 senesinin en iyi filmi bence tartışmasız “Inception” veya bizde gösterilen ismiyle “Başlangıç”tır. Christopher Nolan hem yazıp hem de yönettiği bu filmle, sinemada görsellik ve ifade sanatı üzerine çığır açmıştır. “Inception” rüya ve katmanları temelinden yola çıkmakla birlikte, yarattığı karakterler, anlatımdaki yaratıcılık ve felsefesiyle kendisinden öncekiler ve sonrakiler gibi, sinema tarihinde adeta bir milattır. Ancak böylesine bir modern klasiğin yaratıcısı “en iyi yönetmen” kategorisinde yok! Takdir yerine uyarı alması gereken Darren Aronofsky ve her nedense yaptıkları herşey beğenilen Coen kardeşlerden kendisine yer kalmamış anlaşılan.  Daha da ilginci, altyapısı mükemmel bir kurgu tekniğine dayanan Inception, “en iyi film kurgusu” dalında yer almıyor. Bu kadar ayıp yeter 83. Oscarlara.

Bu senenin sürpriz filmi aslında Black Swan değil, “Blue Valentine.” Ancak aday olabildiği tek kategori, en iyi kadın oyuncu Michelle Williams. “Blue Valentine” hiç bir yapmacıklık içermeden, hayatın tam ortasındaki bir gerçeği hakiki sinema diline dönüştürerek anlatıyor. Evlilik kurumu ve iki insanın beraberliğiyle başlayan kişisel tarih son zamanlarda hiç bu kadar gerçek ve samimi anlatılmadı.  Michelle Williams kesin Oscar heykelciğini hakediyor. Ama Ryan Gosling ve yönetmen Derek Cianfrance listeye nasıl alınmaz, itiraz ediyorum. 

En iyiler listesindeki 10 aday filme bakınca –kuşkusuz hepsi belli bir kalite çizgisini aşan filmler, ama mesele bu değil-- şunları söylemeden geçemiyorum:

Social Network/Sosyal Ağ—Bu yılın en iyilerinden ve bildik bir konu yeniden nasıl ilginç ve sürükleyici hale gelir sorusuna verilecek en güzel yanıt. Sinemanın hayatı yeniden tanımlaması budur.

Black Swan/Siyah Kuğu—Gereğinden fazla abartılmış ve hakettiği kategorinin üzerine konulmuş. Film elbette kötü değil, ama mükemmel de değil.   Natalie Portman hırslarının esiri olma noktasını yer yer abartılı oyunculuğa çevirirken, yönetmen Aronofsky’den destek bulamamış. Belli ki yönetmen klişe anlatımların garanticiliğine kendini kaptırmış, yakın planlar en iyi dostu. Siyah Kuğu iyi bir anlatıcı ama hissettirme konusunu “gözümüze sokulan” planlarla yaptığı için eksi puan alıyor.

The King’s Speech/Zoraki Kral—Yine iyi bir film ama yine abartılı övgü. İngiliz İmparatorluğu üzerine iki saat süren bir film, ama Altıncı Henry’nin kekemeliği, konuşma bozukluğu dışında hiç bir yan öykü ve yan karakter oluşturmadan sona erme becerisini(!) gösteriyor. Ne tarihi veya ailesel arka plan, ne kapıda bekleyen siyasi sorunlar –ki bunlardan biri de İngiltere-Almanya savaşı- filmi ilgilendiriyor. Hitler’in hitabet sanatında çok iyi olduğunu vurgulamanın dışında!

The Fighter—Boston’lu bir boksörün gerçek yaşam öyküsü etkileyici bir dille anlatılıyor. Ana hikayeyi kuvvetlendiren yan öykü ve karakterler nasıl oluşturulur, Zoraki Kral’ın yönetmeni Tom Hooper izleyip öğrense iyi olur. Öte yandan, Mark Wahlberg en iyi oyuncular arasında niye yok, anlamış değilim.

Inception—Uzatmaya gerek yok, “fevkaladenin fevkinde” denilen şey olsa olsa budur.

The Kids Are All Right—İlginç, sürükleyici ve farklı. Klasik aile kalıbının ve anne-baba modelinin nasıl değişime uğradığını gösteren cesur bir çalışma. Lezbiyen annelerin çocukları gibi bir konuya yukarıdan bakmayı bildiği için de artı puan. Bütün bunlara rağmen bir başyapıt değil, üzgünüm.

127 Saat—Aslında sonunu baştan bildiğimiz bir öykü, buna rağmen heyecan içinde izliyoruz. Sahiciliği o kadar fazla ki yer yer "kan tutma" sendromu yaşatabiliyor. Tek kişilik etkileyici bir performans. James Franco’nun oyunculuğuna şapka çıkartılır. Bu yılki töreni Anne Hattaway ile birlikte sunacak.

Toy Story 3—Filme bir itirazım yok. Film keyifli, ancak kendisine “ayrılan yer” yanlış.

True Grit—Babasının katilin bulmaya azimli kızın öyküsü. Özgün mü, hiç değil. Yaratıcı mı, hayır. Üstelik bir Western klasiğinin yeniden çevrimi. Bir tekrar filmi nasıl “en iyiler” listesine alınır? Herhalde adınızın Ethan and Joel Coen olması halinde olabiliyor. Coen kardeşlerin sinemasını sevmekle birlikte, her yaptıklarında bir marifet bulunabileceğini sanmıyorum. Kendilerini “Fargo” ve “No Country for Old Men” ile hatırlamayı tercih ederim.

Winter’s Bone—Bu yılın sürprizlerinden biri. Missouri eyaleti filmin başrol oyuncusu gibi. Görsel malzemesini çok iyi kullanan, etkileyici bir gerilim/suç öyküsü. Modern çağda Amerikan taşrasının adeta bir Western setine dönüşmesi filmi unutulmaz yapıyor. 

Yeni bir liste yapma şansı olmadığına göre, şimdi mevcutlar arasından heykelleri gönlüme göre dağıtıyorum. Asıl sonuçlar açıklansın, onu 27 Şubat’tan sonra konuşuruz!

En iyi film: Inception
En iyi yönetmen: David Fincher “Social Network”
En iyi erkek oyuncu: Colin Firth “The King’s Speech”
En iyi kadın oyuncu: Michelle Williams “Blue Valentine”
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Christian Bale “The Fighter”
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Amy Adams “The Fighter”

Comments