Tam anlamıyla şaka gibi. East Village semtindeki bir sinemada Facebook sitesinin kuruluş öyküsünü anlatan "The Social Network" filmini izlemişim, çocuklar gibi sevinçliyim: Film daha Türkiye'de gösterime girmemiş, üstelik son derece başarılı ve ilk yorum yapanlardan biri ben olacağım. Güzel bir film üzerine yazmanın tadı başkadır. Negatif yazmayı hiç sevmesem de hayat öyle demiyor. Eve gelince internette ilk rastladığım haber, Türkiye'de Facebook için erişim yasağı konması tartışması, yani resmen bir yasaklama daha.
Koskoca anayasayı bile değiştirebilirken, interneti düzenleyen bir tek yasadan sözde herkes şikayetçi, ama bu yasayı düzeltmek nedense kimsenin gündeminde değil. Bu da olsa olsa bir kötü şaka!
Filme dönersek: Bir çağı kapatıp diğerini açan simgesel filmler vardır. Bizim kuşak için “Citizen Kane/Yurttaş Kane” nasıl özel bir yere sahip, “tüm zamanların klasik” filmi ise, şimdi 2010 yılında Facebook sitesini anlatan “Social Network/Sosyal Ağ” filmi aynı sayfada yerini almayı hakediyor.
Aslında bir süre New York’ta yaşamak üzere bavul toplarken en çok duyduğum tavsiye de Facebook üzerineydi. Niye Facebook içinde değildim, biran önce üye olmalıydım. Hepsinde haklılık payı olduğunu burada Facebook “Sosyal Ağ” filmini izlerken bir kez daha farkettim. Halen 500 milyon üzerinde üyeye sahip bir sosyal paylaşım, dünya genelinde her 13-14 kişiden birinin kayıtlı olduğu anlamına gelir ve bu aynı zamanda iletişimdeki küresel dönüşüme işaret eder. Bir yanıyla gerçek dünyadan kopmak, sanal dünyayı arkadaşlık kapısı yapmaktan gibi dursa da tüm dünyayı avcunuzun içine almayı sağlayan bir iletişim gücünü hafife almak olmaz.
İlginçtir, Hi5 veya Myspace gibi çok benzer girişimler olmasına rağmen hiçbirisi bu kadar yaygın kullanıma ve etkinliğe ulaşamadı. Yani her ne kadar eski olsa da, “mutlak başarı için doğru zaman ve doğru insan” kuralı bugün bile geçerli. Facebook filmi diye anılsa da filmin gerçek adı “Social Network/Sosyal Ağ.” David Fincher gerçek olaylardan yola çıkmanın getirdiği hikaye gücüne başarılı bir oyuncu ekibini de katarak bu yılın en ilginç filmlerinden birine imza atıyor. Social Network, önümüzdeki Oscar’da adından kesin sözettirecek. En iyi film, yönetmen ve erkek oyuncu adayları arasına rahatlıkla girebilir.
Bugün milyarlarca dolarlık servete sahip Mark Zuckerberg, 2004 yılında Harvard Üniversitesinde öğrenciyken başlattığı okul içi paylaşım ağını, çevresinden gelen fikirlerden ilham alarak genişletiyor. Adı Facematch olan site Facebook halini alarak, önce Amerika ölçeğinde, daha sonra hızla dünya çapında çığır açan bir olaya dönüşüyor. Bu başarının arkasındaki kişi kendi halinde, duygularını bastıran, içine kapanık ama daha konuşmaya başlar başlamaz zekasına ve hızına yetişemeyeceğiniz oranda ilginç bir karakter.
Film, Facebook sitesinin şöhretine yaslanarak bir Zuckerberg güzellemesi yapmıyor. Tam tersine Facebook’un yaratıcısını olumlu ve olumsuz yanlarıyla dengelemeye çalışıyor. Facebook yaratıcısının dünyasını anlamak açısından filmin açılış bölümü daha bir dikkatle izlenmeli.
Hele o sekansın bir de kapanış sahnesi var ki üzerine kitap yazılabilir. Yanıbaşında duran arkadaşına email göndererek “nasılsın” diye soran bir kuşağın mensubu olan Mark Zuckerberg, kız arkadaşının “bu ilişki burada biter” diye çıkışması üzerine soruyor: “sanal mı, gerçek mi”!
Düşünme hızına kimselerin yetişemediği Facebook kurucusu kısa sürede akla sığmayacak ölçekte bir başarı yakalarken, güvensizlikle dolu içdünyası ve egosunun peşinden sürüklenince kendisini fikir hırsızlığı suçlamasıyla mahkeme kapılarında buluveriyor. Senaryonun başarısı burada birkez daha belirgin. Film ihanet ve fikir hırsızlığı konularında bile suçlayanlar ve suçlanan arasında bir yerde durabiliyor. Fikir bizden çıktı diyenleri de anlıyor ve hakveriyorsunuz; düşünce gücü ve zekasıyla bu fikrin daha ilk hecesinden binlerce yeni fikir yaratabilen bir insanın dünyasını da.
Bizde şöhretli bir kişinin duruşması olsa ortaya dökülmedik kirli çamaşır ve açıklanmadık özel bilgi kalmaz. Facebook gibi küresel bir olgunun, daha kuruluşundan dört yıl geçmeden 2008’de mahkemelik olması, ama sansasyon yaratmayıp sessiz sedasız anlaşmaya sonuçlanması ilginç. Sitenin kurucularından Eduardo Saverin’e ne kadar zaminat verildiği bile açıklanmadan üstelik.
Aslında para ve şöhretle ne yapacağını da pek bilemeyen Mark Zuckerberg’in bastırılmış duygularının en güzel örneği bir milyon kayıtlı üyeye sahip olma zaferini kız arkadaşının kendisini terketmesini hazmedemeyen ruh haliyle özel kartvizit bastırarak kutlaması. Dahası var: Milyonlarca kişinin takip ettiği insan da yalnız ve hüzünlü. Ona kalsa tek bir insanı yeniden kazanabilse hayatı güzelleşecek.
Arkadaş kazanmanın yolu ise belli, “falanca sizle arkadaş olmak istiyor” diye mesaj göndereceksiniz, eğer karşıdaki kabul ederse sizi listeye ekleyecek. Ondan sonra bir şekilde özel hayatınızı listedekilerin seyrine açacak, sizi ne kadar kişi izliyorsa o kadar çok dostum var diye sevineceksiniz.
Yanlış anlaşılmasın Facebook ya da internet paylaşımını asla küçümsüyor değilim. Zaten YouTube sonrası Facebook da aynı kaderi paylaşacak diye beklenti oluşması bile yeterince ürkütücü. Ama konuşmanın yerini yazılı mesajların aldığı, duyguları ifade etmenin yalnızca özel işaretlere dönüştüğü bir dünyada, tıpkı Facebook sitesinin kurucusu gibi bir gerçek dosta muhtaç oluruz diye endişeliyim. Yoksa Facebook kayıtlı üyesiyim zaten, isteyen bulabilir. Bu siteler sayesinde hayatınızda yeri olan ama izini kaybettiğiniz insanlara ulaşmak elbette güzel. Artık internetsiz bir dünya düşünülemez, yeter ki sanallığı gerçeğin bir alternatifi olarak yaşamayalım.
Gerçek anlamda iletişim kurmak derken, bir dosta dokunmadaki sıcaklığın, telefondaki merhabanın, hatta pek kalmadı ama “çat kapı” uğramanın insanı zenginleştiren bir güzellik olduğunda ısrar ediyorum.
Bir düşünün, hastanede yatıyorsunuz, bir arkadaşınız elinde kolonya çıkıp geliyor; bir de beşyüz tane “geçmiş olsun, xoxo” yazılı mesaj alıyorsunuz. Hangisini tercih ederdiniz?
Comments
Sakın hasta olma, olursan da sana ziyarete elimde kolonyayla geleceğim,,, facebook mesajıyla yetinmeyeceğim... sözzz.. !