BASKETBOLDA GURUR VE VEFASIZLIK TABLOSU YANYANA: Leyla Çalışkan ve Koç Carter Üzerine Notlar

Dünya Basketbol Şampiyonasında milli takımın yaşattığı mutluluk son zamanların en güzel olayıydı. Maçların birden çok kenti kapsaması iyi bir uygulamaydı.  Seyirci eğilimleri yönünden ise bence araştırma konusu olmaya aday bir nokta belirginleşti: Futbol ile basketbol seyircisi arasında tavır, duruş ve ifade açısından “dünya kadar” fark var.


Dile kolay, güreş dışında ilk kez bir takım sporunda dünya ikinciliğini kazandık. Üstelik “asla yenilmez” denen devlerle mücadele ederek. Sırbistan’ı nasıl bileğimizin hakkıyla yendiysek, bir adım sonrasında Amerika’yla final oynarken sanki nazar değdi ve kendi hatamızın kurbanı olduk. 12 dev adamdan bahsetmiyorum; onlar ellerinden geleni fazlasıyla yaptı, ama tamamen güçten düşmüş halde. Nasıl düşmesinler ki, son iki maçı üst üste programlayan federasyon adeta sporcu yorgunluğunun ne demek olduğunu herkese kanıtladı. En son iki maç arasında hiç değilse 48 saat geçmesi gerekmez miydi?

Böyle bir planlama uluslararası organizasyon tarafından yapılmış olsa bile, evsahibi konumunu değerlendirerek en başında itiraz etmemiz şarttı.

Sonuçta nasıl koskoca ana muhalefet partisi, genel başkanının seçmen kartını bulmayı akıl edemeyip bir skandala imza attıysa; federasyonun arka arkaya final maçlarını koyup basketçilerimizi birer yorgun savaşçıya dönüştürmesi de traji-komik bir olay olarak kayda geçti. İngilizler bu gibi durumlar için “kendi ayağına ateş etmek” derler; aynen öyle.

Elbette hiçbir şey, dünya ikinciliği gibi müthiş bir başarıyı gözardı ettiremez. Basket maçından sonra hemen ev sinemasına kurulup 2005 yapımı “Coach Carter/Koç Carter” filmini yeniden izledim. Elbette “Beyaz Gölge”, “Space Jam”, “Glory Road” gibi dizi veya filmleri anmadan olmaz, ama basketbolla ilgili dört dörtlük bir film arıyorsanız “Koç Carter”ın yeri başkadır. Bu filmi izlerken bir yandan 12 dev adam ve onları yetiştiren hocayı hatırlayarak, aslında “Koç Carter” filminden çok daha ilginç bir hikâyemiz olduğunu düşünmeden edemedim.

Okulun yeni basket koçu Carter (Samuel Jackson) göreve başlar başlamaz farklı tekniği, diğerlerine benzemeyen disiplin anlayışı ve de “rengi” ile göze batar. “Koç Carter” kendini basketbolun sadece sporcu yanıyla sınırlamayıp, aynı zamanda ırkçılık, ayrımcılık, önyargılar ve mahalle baskısı üzerine pek çok şey söyleyen bir filmdir.

Hidayet Türkoğlu’nu daha ortaokul öğrencisiyken keşfeden ve ailesinin karşı koymasına rağmen basketbola yönlendiren Leyla Çalışkan, bugün Kerem Tunçeri başta olmak üzere 12 oyuncuyu yetiştirip “dev adam” yapan çalıştırıcıdır; yerel takım elemanlarını dünya çapında yıldızlara çeviren bir yetenek avcısıdır. Ne yazık ki bu değerli antrenör “ruhuyla bedenini barıştırdığı” için cezalandırılmış, dışlanmıştır. Erkek olarak başladığı hayatını kadın olarak sürdürme kararı ve sonrasında cinsiyet değişikliği ameliyatı bir anda bütün profesyonel yeteneklerinin önüne geçmiş; üç yıl gibi uzun bir süre antrenörlük yapması engellenmiştir. “Nasıl hissediyorsam öyleyim” demiş ve cezalandırılmıştır!

Bütün bunlar bir yana, dünya basketbol şampiyonası sırasında da kendisini hatırlayan olmadığı anlaşıldı.  Oniki dev adamı birer dünya starı yapan insana en azından bir telefonluk vefa borcu bile çok görülmüştü.

En son bir televizyon programında izledim Leyla Hocayı: Her ne kadar Dünya Basketbol Şampiyonasına davet edilmediğini anlatıp sitem etse de; Hido ve diğer oyuncuların kendisini teşekkür etmek için bile aramadığını belirtip gönül koysa da, bir öğretmen sevecenliği içinde davrandığı, aslında hiçbirisine kıyamadığı belli oluyordu. Alçakgönüllü bir zarafetle “ben onların başarısıyla gurur duyuyorum, insanlar belki de özel durumumdan dolayı uzak duruyor” diyebiliyordu.

Bir senaryo yazarımız keşke bu konuya bir el atsa, 12 dev adamın galibiyeti ve dünya çapındaki başarısında birebir emeği olan bu insanın hayat hikâyesinden öyle bir film çıkar ki, inanın “Koç Carter” yanında sönük kalır.

Comments