Geçen 46 yılın ardından bakınca şunu söylemek şart oluyor: Antalya Altın Portakal Film Festivali, bugüne dek sürdürülen ödüllendirme, organizasyon ve benzeri alışkanlıkları ile mevcut konumunu acilen gözden geçirmeli. Yoksa Oscar benzetmesiyle andığımız, Türkiye'nin en köklü film etkinliği olan Altın Portakal "körler sağırlar birbirini ağırlar" zihniyetine teslim olmuş bir halde yitecek. En son ödül töreninde de görüldüğü üzere, sinema sektörü bile bu festivali ciddiye almamaya başlamış.
Aslında neresinden baksanız şenlik ya da festival denildiğinde kimse elimize su dökemez. Hemen hemen her yerel çeşitlilik ve kültürel zenginlik herhangi bir yöremizde adı "festival" olan bir sosyal etkinliğe dönüşmüştür.
Elbette Altın Portakal gibi bir film festivalini yerel bir etkinlikle mukayese etmiyorum. Benim meselem bu çabaların seyirci/halk nezdinde ne derece karşılık bulduğu; daha doğru bir deyişle insanların bunu umursayıp umursamadığı noktasında.
Bugün "Uluslararası İstanbul Film Festivali" diye bilinen son derece organize etkinlik aslında bir zamanlar "Sinema Günleri" adıyla başlayan, kendi halinde bir kültürel girişimdi. Seyircisinin sahip çıkması sayesinde ilerleyen yıllarda çıtayı yükseltmekle kalmadı, dünyanın sayılı festivalleri arasına girdi.
Ekim ayını güzelleştiren ve İstanbul'a seyahat etmek için benzersiz bir sebep sunan"Film Ekimi" ise bir başka somut örnek. Artık kabına sığamıyor, süresi geleneksel bir haftayı aştığı gibi ek seanslarla Emek sinemasının o eşsiz salon ve balkonu hıncahınç doluyor. Daha da önemlisi dağıtım şirketleri iddialı filmlerini piyasaya sunmadan önce, Film Ekimi'nde öngösterime sokmak için yarışıyor.
Antalya'daki manzaralar ise 46 yıllık birikimin bir türlü kurumsal bellek oluşturmaya yetmediğini gösteriyor. Böylesine köklü bir festival daha ödül heykelciğinin tasarımı konusunda tek ses, tek görüş sağlayamamış. Böylesine köklü bir festival daha ödül dağıtımında acemilikten kurtulamamış: Bir festivalin iki tane birincisi olur mu? Uluslararası yarışmalı bölüme, evsahibi kontenjanından olsa gerek, bir yerine iki Türk filmi koymak olacak iş midir?
Ödüller çığ oldu taştı bu sene, yalnızca ulusal yarışmadan en iyi "iki" birinci çıkmakla kalmadı; Behlül Dal genç yetenek ödülü dört film, uluslararası yarışmadaki ödül ise iki ayrı film arasında paylaştırıldı.
Altın Portakal heykelcikleri böylesine bol ve "kimsenin gönlü kalmasın" anlayışıyla dağıtılınca ister istemez ödül gecesi müthiş bir sanatçı ilgisi bekliyor insan. Ama gerçekler hiç de öyle değil. Ödül almaya gelenler sabah yürüyüşüne çıkmışken birdenbire yaka-paça salona getirilmiş havasında. İyi ki davetiyelere kılık kıyafet kuralı konmuş! Ortada olan ünlü isimlerin yaptığı işe saygı duyduğunu ya da festivali gerçekten önemsediğini düşündürecek en ufak bir işaret yok. Zaten ödüllendirilenlerin pek çoğu da orada değil; ya "filanca onun adına alacak" ya da "festival komitesi ödülü sahibine ulaştıracak."
Altın Portakal'ı yepyeni iki Türk filmi kazandı: "Cosmos" ve "Bornova Bornova". Hani bu filmler; seyirci nerede bulup izleyecek? Dağıtımcılar ne zaman uygun görürse o zaman. Belki önümüzdeki yıl ortalarında! Altın Portakal'ın ağırlığı bu filmlerin derhal vizyona girmesiyle pekişecekti; ama olmadı, olamadı.
Olamazdı da, çünkü Antalya'daki şartname "filmlerin seyircisiyle buluşmaması" prensibi üzerine kurgulanmış. Ortalama seyircinin bilmediği bir filmin peşinden koşması ancak mucizeyle gerçekleşir. Ama yıl içinde gösterime girmiş filmler yarışmaya alınsaydı, Altın Portakal kazandığında dikkatleri üzerine toplayıp, tıpkı Oscarlarda olduğu gibi tekrar gösterime girmesi de hiç zor olmayacaktı. Seyirci yıl içinde beğendiği bir filmi destekleme duygusunu tadacak, festival de belli bir davetli grubu ile bir avuç sinema meraklısının dar sınırlarından çıkmış olacaktı.
Umarım önümüzdeki yıllarda, eski alışkanlıkların terkedildiği, festival organizasyonunun profesyonel ve özerk bir yapıya kavuştuğu, ödül şartnamesinin güncelleştirildiği bir Antalya Altın Portakal buluruz. Profesyonelliğin siyasetle tamamen yer değiştirmesi ve popüler sinemanın yadsınmaması halinde Altın Portakallar da bizim Oscarımıza dönüşebilir.
Aslında neresinden baksanız şenlik ya da festival denildiğinde kimse elimize su dökemez. Hemen hemen her yerel çeşitlilik ve kültürel zenginlik herhangi bir yöremizde adı "festival" olan bir sosyal etkinliğe dönüşmüştür.
Elbette Altın Portakal gibi bir film festivalini yerel bir etkinlikle mukayese etmiyorum. Benim meselem bu çabaların seyirci/halk nezdinde ne derece karşılık bulduğu; daha doğru bir deyişle insanların bunu umursayıp umursamadığı noktasında.
Bugün "Uluslararası İstanbul Film Festivali" diye bilinen son derece organize etkinlik aslında bir zamanlar "Sinema Günleri" adıyla başlayan, kendi halinde bir kültürel girişimdi. Seyircisinin sahip çıkması sayesinde ilerleyen yıllarda çıtayı yükseltmekle kalmadı, dünyanın sayılı festivalleri arasına girdi.
Ekim ayını güzelleştiren ve İstanbul'a seyahat etmek için benzersiz bir sebep sunan"Film Ekimi" ise bir başka somut örnek. Artık kabına sığamıyor, süresi geleneksel bir haftayı aştığı gibi ek seanslarla Emek sinemasının o eşsiz salon ve balkonu hıncahınç doluyor. Daha da önemlisi dağıtım şirketleri iddialı filmlerini piyasaya sunmadan önce, Film Ekimi'nde öngösterime sokmak için yarışıyor.
Antalya'daki manzaralar ise 46 yıllık birikimin bir türlü kurumsal bellek oluşturmaya yetmediğini gösteriyor. Böylesine köklü bir festival daha ödül heykelciğinin tasarımı konusunda tek ses, tek görüş sağlayamamış. Böylesine köklü bir festival daha ödül dağıtımında acemilikten kurtulamamış: Bir festivalin iki tane birincisi olur mu? Uluslararası yarışmalı bölüme, evsahibi kontenjanından olsa gerek, bir yerine iki Türk filmi koymak olacak iş midir?
Ödüller çığ oldu taştı bu sene, yalnızca ulusal yarışmadan en iyi "iki" birinci çıkmakla kalmadı; Behlül Dal genç yetenek ödülü dört film, uluslararası yarışmadaki ödül ise iki ayrı film arasında paylaştırıldı.
Altın Portakal heykelcikleri böylesine bol ve "kimsenin gönlü kalmasın" anlayışıyla dağıtılınca ister istemez ödül gecesi müthiş bir sanatçı ilgisi bekliyor insan. Ama gerçekler hiç de öyle değil. Ödül almaya gelenler sabah yürüyüşüne çıkmışken birdenbire yaka-paça salona getirilmiş havasında. İyi ki davetiyelere kılık kıyafet kuralı konmuş! Ortada olan ünlü isimlerin yaptığı işe saygı duyduğunu ya da festivali gerçekten önemsediğini düşündürecek en ufak bir işaret yok. Zaten ödüllendirilenlerin pek çoğu da orada değil; ya "filanca onun adına alacak" ya da "festival komitesi ödülü sahibine ulaştıracak."
Altın Portakal'ı yepyeni iki Türk filmi kazandı: "Cosmos" ve "Bornova Bornova". Hani bu filmler; seyirci nerede bulup izleyecek? Dağıtımcılar ne zaman uygun görürse o zaman. Belki önümüzdeki yıl ortalarında! Altın Portakal'ın ağırlığı bu filmlerin derhal vizyona girmesiyle pekişecekti; ama olmadı, olamadı.
Olamazdı da, çünkü Antalya'daki şartname "filmlerin seyircisiyle buluşmaması" prensibi üzerine kurgulanmış. Ortalama seyircinin bilmediği bir filmin peşinden koşması ancak mucizeyle gerçekleşir. Ama yıl içinde gösterime girmiş filmler yarışmaya alınsaydı, Altın Portakal kazandığında dikkatleri üzerine toplayıp, tıpkı Oscarlarda olduğu gibi tekrar gösterime girmesi de hiç zor olmayacaktı. Seyirci yıl içinde beğendiği bir filmi destekleme duygusunu tadacak, festival de belli bir davetli grubu ile bir avuç sinema meraklısının dar sınırlarından çıkmış olacaktı.
Umarım önümüzdeki yıllarda, eski alışkanlıkların terkedildiği, festival organizasyonunun profesyonel ve özerk bir yapıya kavuştuğu, ödül şartnamesinin güncelleştirildiği bir Antalya Altın Portakal buluruz. Profesyonelliğin siyasetle tamamen yer değiştirmesi ve popüler sinemanın yadsınmaması halinde Altın Portakallar da bizim Oscarımıza dönüşebilir.
Comments