Sonbahar’da Ölmeye Yatmak
29 Mart 2009
Çoğu zaman video-müzik marketlerin raflarında 3-5 liraya DVD bulduğumda garip bir hüzün kaplar içimi. Genelde bunların tümüyle ipe sapa gelmez filmler olduğu, kimse almadığı için yok pahasına elden çıkartıldığı düşünülür. Oysa dikkatli bakınca en azından bir kısmının takdir edilmemiş, seyircisine ulaşamamış benzersiz filmlerden oluştuğunu farkedebilirsiniz.
Film iyi ise, fiyatının da erişilebilir düzeyde olmasının neresi kötü diyebilirsiniz. Çok sevdiğiniz bir şeyin değerli olmasını, el üstünde tutulmasını arzu etme psikolojisi olsa gerek.
“Sonbahar” filmini izleyip, yüreğime yumruk yemiş duygusuyla salondan çıkarken, hep bu filmin sesini kaç kişiye duyurabileceğini merak ettim.
“Uzak” gibi bir filmin ancak 40 bin kişiye ulaşabildiği; kazandığı sayısız festival ödüllerine, yurtdışından gelen müthiş övgülere rağmen “üç maymun” tavrı takınıldığını hatırlayınca ne denli umutlu olunabilir ki?
“Mavi Gözlü Dev”e –herhalde yanlışlıkla- gidip, antrakta “Nazım Hikmet diye bir şair varmış, onun filmi” diye telefonda arkadaşına açıklama yapan gencin büyük ihtimalle “Sonbahar”dan da haberi olmayacak; onlar gitse de sıkılıp çıkacaklar.
Oysa “Sonbahar” son dönemde yapılan Türk filmlerinin en iyilerinden biri, hatta yönetmenin uzun metrajlı ilk filmi olduğunu düşününce, en mükemmeli. Kaç kişinin seyrettiğinden çok seyredenlere ne hissettirdiği önemli; dolayısıyla bu filmi salt gişe rakamları üzerinden yorumlamak büyük haksızlık olur.
Ülke gerçeklerini dile getirirken, evrensel bir sinema dili yakalayan “Sonbahar” bütün bunları düşünce suçu ayıbından, bireysel ve toplumsal bütün acılara uzanan geniş bir yelpazede yapıyor. Sinema duruşu sağlam, siyasi bakışı ise son derece tutarlı ve ölçülü. Her birinden ayrı öyküler çıkabilecek durumları serinkanlılıkla ve alçak sesle beyazperdeye taşıyor.
Benzerlerinden ayrıldığı en önemli nokta bence burası: Sinemada bir tavır, bir duruş sergileyen filmler genellikle “parmağını seyiricinin gözüne sokmaktan” geri duramaz. Derdini-meramını yüksek sesle söylemezse kimsenin algılamayacağı endişesi hep ağır basar. Sonunda ise mesaj kaygısının sinemanın önüne geçtiği filmler ortaya çıkar.
“Sonbahar” ana karakter Yusuf’un (Onur Saylak) hayatına ilişkin durum saptaması yaparken, biz seyircilere satırarası altyazılar geçiyor: Düşünen beyinlere çektirilen acılar; bireyselleşmeyi bile tek tipe indirgeyen toplum kalıpları ile hayal etmeyi ve ideal peşinde koşmayı yoksayıp, ortadan kaldırmaya odaklı bir düzen.
Filmin taşıdığı o muazzam hüzün Yusuf’un annesiyle olduğu kadar, Gürcü kız ile olan ilişkisinde de var. Biri idealleri uğruna ömrünün en güzel 10 yılını vermiş, biri özgürlük ve emeğe saygı söyleminden modern köleliğe geçiş yapmış Yusuf ve Elka’nın biraraya geldiği sahneler sinemasal yetkinliğe sahip.
Biraz daha konuşsalardı Yusuf herhalde “sürüden ayrılanı kurt kapar” ve “bitaraf olan bertaraf olur” dayatmalarını açıklardı Elka’ya.
Bu mesajların çerçevelediği bir iklimde gel de ölmeye yatma! Yusuf da aynen bunu yapıyor. Cezaevinden “bari burada değil dışarıda ölsün” diye çıkartılmasının bilincinde, ömrünün sonbaharını geçirmek üzere annesinin kollarına sığınıyor.
Görüntünün bizzat diyalog işlevi gördüğü pek çok unutulmaz sahne var. Karadeniz/Hemşin sanki filmin oyuncularından biri gibi. Hepsi bir tarafa, karların üzerine yatıp adeta gökyüzüne hayatının bütün acılarını anlattığı o sahne bile bu filmi izlemek için yeter de artar…
29 Mart 2009
Çoğu zaman video-müzik marketlerin raflarında 3-5 liraya DVD bulduğumda garip bir hüzün kaplar içimi. Genelde bunların tümüyle ipe sapa gelmez filmler olduğu, kimse almadığı için yok pahasına elden çıkartıldığı düşünülür. Oysa dikkatli bakınca en azından bir kısmının takdir edilmemiş, seyircisine ulaşamamış benzersiz filmlerden oluştuğunu farkedebilirsiniz.
Film iyi ise, fiyatının da erişilebilir düzeyde olmasının neresi kötü diyebilirsiniz. Çok sevdiğiniz bir şeyin değerli olmasını, el üstünde tutulmasını arzu etme psikolojisi olsa gerek.
“Sonbahar” filmini izleyip, yüreğime yumruk yemiş duygusuyla salondan çıkarken, hep bu filmin sesini kaç kişiye duyurabileceğini merak ettim.
“Uzak” gibi bir filmin ancak 40 bin kişiye ulaşabildiği; kazandığı sayısız festival ödüllerine, yurtdışından gelen müthiş övgülere rağmen “üç maymun” tavrı takınıldığını hatırlayınca ne denli umutlu olunabilir ki?
“Mavi Gözlü Dev”e –herhalde yanlışlıkla- gidip, antrakta “Nazım Hikmet diye bir şair varmış, onun filmi” diye telefonda arkadaşına açıklama yapan gencin büyük ihtimalle “Sonbahar”dan da haberi olmayacak; onlar gitse de sıkılıp çıkacaklar.
Oysa “Sonbahar” son dönemde yapılan Türk filmlerinin en iyilerinden biri, hatta yönetmenin uzun metrajlı ilk filmi olduğunu düşününce, en mükemmeli. Kaç kişinin seyrettiğinden çok seyredenlere ne hissettirdiği önemli; dolayısıyla bu filmi salt gişe rakamları üzerinden yorumlamak büyük haksızlık olur.
Ülke gerçeklerini dile getirirken, evrensel bir sinema dili yakalayan “Sonbahar” bütün bunları düşünce suçu ayıbından, bireysel ve toplumsal bütün acılara uzanan geniş bir yelpazede yapıyor. Sinema duruşu sağlam, siyasi bakışı ise son derece tutarlı ve ölçülü. Her birinden ayrı öyküler çıkabilecek durumları serinkanlılıkla ve alçak sesle beyazperdeye taşıyor.
Benzerlerinden ayrıldığı en önemli nokta bence burası: Sinemada bir tavır, bir duruş sergileyen filmler genellikle “parmağını seyiricinin gözüne sokmaktan” geri duramaz. Derdini-meramını yüksek sesle söylemezse kimsenin algılamayacağı endişesi hep ağır basar. Sonunda ise mesaj kaygısının sinemanın önüne geçtiği filmler ortaya çıkar.
“Sonbahar” ana karakter Yusuf’un (Onur Saylak) hayatına ilişkin durum saptaması yaparken, biz seyircilere satırarası altyazılar geçiyor: Düşünen beyinlere çektirilen acılar; bireyselleşmeyi bile tek tipe indirgeyen toplum kalıpları ile hayal etmeyi ve ideal peşinde koşmayı yoksayıp, ortadan kaldırmaya odaklı bir düzen.
Filmin taşıdığı o muazzam hüzün Yusuf’un annesiyle olduğu kadar, Gürcü kız ile olan ilişkisinde de var. Biri idealleri uğruna ömrünün en güzel 10 yılını vermiş, biri özgürlük ve emeğe saygı söyleminden modern köleliğe geçiş yapmış Yusuf ve Elka’nın biraraya geldiği sahneler sinemasal yetkinliğe sahip.
Biraz daha konuşsalardı Yusuf herhalde “sürüden ayrılanı kurt kapar” ve “bitaraf olan bertaraf olur” dayatmalarını açıklardı Elka’ya.
Bu mesajların çerçevelediği bir iklimde gel de ölmeye yatma! Yusuf da aynen bunu yapıyor. Cezaevinden “bari burada değil dışarıda ölsün” diye çıkartılmasının bilincinde, ömrünün sonbaharını geçirmek üzere annesinin kollarına sığınıyor.
Görüntünün bizzat diyalog işlevi gördüğü pek çok unutulmaz sahne var. Karadeniz/Hemşin sanki filmin oyuncularından biri gibi. Hepsi bir tarafa, karların üzerine yatıp adeta gökyüzüne hayatının bütün acılarını anlattığı o sahne bile bu filmi izlemek için yeter de artar…
Comments